14 Kasım 2010 Pazar

HANS BELLMER'in BEBEKLERİ



bir tatile çıkarken çiçeğini emanet edecek komşu bulamamak gibi.şemsiyeyle evden çıkmak ve tüm gün güneşe maruz kalmak gibi.sahneye çıktığında elini kolunu koyacak yer bulamamak gibi konuşurken.elektriklerin kesilmesi gibi tam vize öncesi.sıkıntıdan belgesel izlemek gibi bir pazar günü öğleden sonra evde tek başına.koşup koşup yakalayamamak otobüsü gibi.istemeden çok önemli bir elvedayı unutmak giderken.pantolonunun dar gelmesi gibi aniden bir sabah.hediye seçmek gibi çok da tanımadığın birine.umutlanmak gibi her çekiliş öncesi.biraz primitif bir nebze arkaik ama hiç de benzemeyen "op art"a.yüreğini bir kağıt gibi el yaka-yaka paça yırtı-yırtıveren koparta koparta.gördüğünü çizdi bir ressam ve bir başkası ressamın çizdiğini gördü.o bir başkası ki görmedi ressamın gördüğünü.yoksa gördü mü?namevcut bir cirit oyununa mahkum gibi silik pısırık yaşayan "in wonderland to neverland" bir kovboyun atının terkisinin işi ne bir orta anadolu türküsünde?sana bir ben biriktirdim ki bir bilsen sen kimler var onun içinde.atlar koşturamaz fotoğraflarda.ne kitaplar yakıldı niceleri tozlandı raflarda.öyle bir süzgeç ki zaman bir küçülür bir büyür delikleri olan aaaahhh ah ulan!geçemedi kare, resimde üçgenin açtığı boşluktan.karenin geçişi yokedebilirdi üçgeni.ama belki de etmezdi.kare o boşluktan geçemediği için bunu hiçkimse bilemedi.tavadan sıçrayan yağın acısına katlanmak gibi çocuklarının hatrına.kendi varlığını besler anneler bebeklerine yedirdikleri mamalarla.ko(z)mik bir görüntü mü sanki bir el arabasının devrilmesi? bir at şaha kalkar ve çifte atar eşeğin biri bir çocuğa.çocuk ölür.doğada biçimsiz kalır bir kanepe.form sözden kalan boşluğa oturur.bir polisiye düşünün ki delil yetersizliğinden serbest bırakıyorlar katili ve kapatılıyor dosya;SUÇ var ama yok CEZA.hiç bilinmeyen bir uygarlığın sakinlerinin koşturması ve dansı gibi benim anlatışım.yazım bitmeden başlar kışım.kızıl-öncesi bir çağa ait kalıntıların hepsini ben yokettim.kendi kendimi çıkardım bir kuyudan.kendi saçımı kendim kuruladım.atipik ve triyolevari bir dizi şiir birimi.kimi harfler dizer yan(a)yana tesbih misali, kimi sözcükleri salkım gibi.kimiyse sesleri arka arkaya üç el ateş eder gibi. "ANLAM İLETMEK İSTEYEN OLSUN FİLOZOF." dersem yeniden doğurmuş olur muyum zaten çeliştiğim kendimi bre sersem?ben seni yere serdim,üstüne başkaları bastı.ben kendime yazdım seni; sen kendini başkalarına okuttun(sildirdin kendini ellere).dokunursan bir insanın keskin yerlerine elbet kanar ellerin.ama bir insan yaratabilir mi sanat?elimin kolumun değişti yeri,kalbim çarpmaya devam etti.bir miyim gördüğünle? bak iyi.1-)beni bir ressam çizmedi."öncekilere inat öncekilerden değişip sonrakileri önceler gibi."2-)annem öpmeden doğurdu beni.

9 Kasım 2010 Salı

DELİ BERTO - 2

Son mektubun da senin sorunun bu işte dedi deli Berto ”kabullenememek”. Evet yalan attım hepinize Berto’yla geçenlerde sahilde falan tanışmadım çok uzun zamandır tanışıyoruz aslında. Ama düşündüm ki buralarda bulamaz beni ya da benimle sorunu mekanla ilgilidir o yüzden sahilde ki karşılaşmamızda tanımamazlıktan geldim, dedim ki belki buralarda da birilerinin deli Berto’su vardır..Berto’nun küçük olduğu da bir uydurma gayet büyük ve daha da şişmanlamış buldum bu seferkinde. İşte Berto itiraf ediyorum bunlar eminim seni rahatlatmıyordur beni rahatlatacağını umuyorsundur ancak, o kadar iyisin ki senden nefret ediyorum. Peşimi bırakmayan sen misin yoksa ben mi gitmemen için son bir kart oynunu oynuyorum bilmiyorum ama öğrendiğim kadarıyla bu aralar başka bir arkadaşımın başına da musallat olmuşsun. Dün gece yanıma gelip hiçbir şey söylememeni iyiye mi yormalıyım yoksa kötüye mi bilemedim çok ağladım dün gece Berto neden gelmedin? Yoksa inanmadın mı çıldırma anına gelebileceğime neye göre tartıyorsun olaylara göre puan sıralması yaptın da ben mi bilmiyorum, beni hala tanıyamadın Berto ben ağladığım zaman içimde ki tüm kabuklar çözülür hepsi tekrardan kanar çünkü sana hep anlatmak istediğim BİR ŞEY YOK İYİ felsefesi yüzünden, sen bunu iyi bir şey yok olarak kendi diline çevirip kızdın ama bunun evrensel bir felsefe olmadığını anlayamadın. İşte sorun tam da bu Berto dön de bak neden benimle uğraşıyorsun ya da neden herkesin deli Berto’su yok, sen kendi varlığını kendinle çürütüyorsun!

8 Kasım 2010 Pazartesi

ARKA BAHÇE


Şimdi bir şeyin arka bahçesinde gibiyim
Yaşlı ve sağır bir teyzenin evinin arka bahçesi
Aman ne benzetmeler güzel şiir desinler diye
Hangi elmayı alıp da kurdu öldürmek için kırdığım görülmüş de
Bekliyor onu öldüreyim
Hiç gördün mü elimde bir top bir tank
Ha bir dank
Evet bir kere geldi dank etti bana
Ve seni öldürdük sedefle
Sedef bu yapıyor bazen sevdiğimiz ağacı sildi geçen gün manzaramızı kapatıyor diye
İstesem şimdi bile yapar 5000 mil uzaktan sedef bu dostum hiç belli olmaz
Ha şimdi durduk yere derler bize çocukları alın arka bahçemizden gürültü yapıyorlar
Yine küfürlü konuştun diye annem kulaklarımdan asar da asar
Sıla okulu asmadım diye bana muhallebi çocuğu der
Hepsini geçip bir sana gelirim şimdi okulu asacak olsam
O bilmediğim kurtlu elmayı bile yerim
Açlığımdan sana
En çok sana açlığımdan yemekhane kuyruklarında sol eller havada
Ah bir aşk silebilirdi bir de sana duyulan acı bütün diğer yumrukları
Vazgeçiyoruz bir yaşam için tüm diğer acılarda ölme ihtimalinden
Çünkü bir seninle rasyonalite
irrasyonalite
Ve hiçbir comte bilmiyor bunun böyle olacağını
Kuğulardan bahsederken nasıl değinmesin o beyaz güzelliğe ölüm gibi bir yüzüşe
Hani demiştik ya bu parkta ben ağaç olurdum sen de o kuğu oldun benim için o gece
Bir ölüm gibi
Yaşamaktan vazgeçmek ve arkabahçede kalakalmak gibi
Bizimkisi cezalı bir mesele
Kimse eve de çağırmıyor ezan okundu baban geldi diye
Babamın sesi kulağımda
Evin anahtarı cebimde hiçbir deliğe uymayacak bir anahtar benimkisi şimdi kalk yerinden ve söyle nedir kafanın bu hali
Nasıl bu kadar istersin düşünmemek
Nasıl bu kadar kolay acıdan kaçmak
Önünde olup biteni görmemek
Bir albaya sövmemek
Bir pencereden kuş beslememek
Bir mendilin neden kanadığını hiç sormamak
Ah Ahmet abi dememek
Nasıl yiyorsun onca yemeyi bana bir söyle sonra ben de çalacağım seninle komşuların gazetelerini
Ve ben de birilerinin rızkına göz dikeceğim
Ama bir anlat be
Bir konuş be
Bir derdim var de
Ama anlatamam de
Bir isyanım ki sesim çıkmaz arka bahçelerde de
Bana kaçıp gitmekten başka herhangi bir şey söyle sırf melodik bulduğun için söylemeyi sevdiğin için ornitorenk de mesela ama bana bir ceviz kır da ver ellerin kir pas olsun ve evet canın acısın
Ve muslukların akıtsın hala de ki uğraştım da olmadı yapamadım ama bulacağım yolunu de bilmiyorum yolunu ama bulacağım de bana güç ver bir kez olsun aç şu kapıyı içeri katil girsin kıyamet girsin ve kopsun kopacaksa en büyük tehdidini savuracaksa hadi be diyelim ya da titresin korkudan dizlerimiz. Beklediğimiz umduğumuz bütün felaketler gelsin başımıza elbet tren bir yoldan gidecektir çalalım düdüğü biz de basalım frene tam gaz işte öğrenelim arabayı da hay siksinler trafik kazasını beklediğimiz ölüm olsun ki şaşırmayalım çok fazla gelecek olan gözyaşı ölümün akanı olsun kokanı olsun. Biz silelim. Biz lağımcı olalım gerekirse birlikte küfredelim ve işte o zaman başlayalım haykırmaya biz bu taşı kırmaya geldik arkadaşlar kafanızda bu öfke kusmadan temizlenmeyecek be lütfü. Seni bir psikopat olarak ortaya atanlara inat yemişim karpuzu diyelim o karpuzu kıralım birilerinin taşaklarında ve bir daha da gözünden yaş gelmesin onun. Bir siniri ondan alalım bir de eskiden çok sevdiğimiz şimdi çok özlediğimiz bir zamanlar bir sırrı paylaştığımız bir sırrı paylaşalım diye yaşamın sırrını bulduğumuzu sandığımız birinden bunca sinir patlamazsa bizi patlatır be lütfü(ç.) Verdiğimiz hediyeleri geri almanın hayatı bir inan a dönüştürmenin de anlamı yokmuş dedirtmesin kimse bu güvenden yoksun bırakmasın kimse bahar çiçeklerini koparıp götüne tüy dikmesin. Bir umut besler biri ve bu umutla hayatı bir inana çevirmek ister ya kimse kapamasın bu sayfaları artık. Ben yarın hava nasıl olacak acaba sorusunu sormak için bunca didinirken kimse bize bunu yapmasın şimdi. İki gün mühlet versin. Takımı taklavatı toplayıp gelelim hala direncimiz yoksa eğer biz silelim bu satırları tek tek ama iki gün mühlet versinler be. iki günde bir şey değişecek umuduyla değil,iki gün de değişecek umuduyla

31 Ekim 2010 Pazar

DELİ BERTO

Sevgiliye atılan tribi özlemek bir sevgiliye olan özlemin aksi gibi kendini kötü gösterir gibi dikildi karşımda oysa daha ilerisine sözler bile verdim

–neredeyse-.


İşte bu dedi yaşlanmak gibi, gitgide yok olurken, açılan büyük gedik bir yandan ihtiyaçlara.

Nedir bu aralar bu kaçış ve kaçamayış nedir derdin diye sorsalar ancak adını diken koyduğum kaktüsüm yanıt verir. Turuncu der en fazla açtığı çiçekten ötürü ne de anlamlıdır aslında ana renk olamamadan.

İnsan hiç önünde bir pencere varken ve o pencerede kendi aksini görürken gökyüzüne ulaşamadan bir yıldızın ışığını görür mü? Evdeler heralde diyip gidesim geliyor.

Geçenlerde sahilde Berto’yla tanıştım küçük bir adam adının baş harfine inat – nedense tüm b ler bana büyük gelir- biribirini takip eden ışıkları izlerken alışmışken o ışıkların seyrine birden yanlış ışığa geçti işte dedi deli Berto her şey beklendiği gibi gitmez ama benim gözümü ayırasım gelmiyordu nedense, sonra çözdüm; belli bir süre ışıklar seyrini takip edip buna kendini alıştırıp atlıyodu yukarıda ki beyaz olana sanki maviye çabuk kavuşabilmek için. Yanıldın Berto dedim beklenmemişliğin bile bir beklenmişliği var aslında. Berto gülmedi deliydi çünkü insan buna ancak gülebilirdi, gülüp geçmezse delirebilirdi.

Berto’yu bir süredir göremiyorum uzun bir yolculuğa çıktı sanırım ve dönüp gereksizdi diyecek büyük ihtimalle. Ah kararsız Berto nasılda sevinerek girdiği denizde soğuğa dayanamazken bana bir duş bile yeter aslında su değil mi aradığımız diye sormuştu da benim odamda suların kesildiğini öğrendiğinde benimkini kullanabilirsin demişti. Hayır Berto kullanamam demek istedim ama gittim susuzluğumdan, işte o zamandan beri bir o kadar yakın bir o kadar çatışırız kendisiyle anlamıştı çünkü musluğu açmayı bilmiyordum kapatmak istememe duygumun ağır basacağı ama dolduracak kap kacak bulamayıp bir selin içinde öleceğimden korkuyordum.

Şimdi çok kızgınım Berto’ya çünkü bana ihtimaller vermeye çalışırken elimde hep bir ders notuyla döndüğümde beni dersin ortasında bir şekilde fırlatıyor ihtimaller dünyasına.

Sevgili Berto lütfen bu mektubumun sana ulaştığını ve beni anladığını söyle böyle devam edemeyiz, senin beni her fırlatışının berisinde ben daha da susuz kalıyorum. Hayatımın bir yerinde seni tutmak istesem de bu aslında gerçek isteğimi baltalıyıcı elimde daha fazla kızıl taneli saçlarla gelemem. Bana bir cevap ver ama bunu senden aslında tekrar beni savurmanı istediğim olarak algılama bana seninle yaşamayı öğret ama beni gönderme sadece oturalım olur mu?


Ben yokken diken yaprağı öldürdü sanırım bu gece yıldız bile yok!

12 Ekim 2010 Salı

ŞAHI OLMAYAN MAT ETMELERE…

Bu kadar şarkının bir anlamı yoksa ve filmler tamamen hayal ürünü şiirler deli saçmasıysa anlarım. Aslında hiçbir şey olmadığı kadar gerçek ve sahte çoğu zaman yaşamak ve görmek arasındaki farkta. Sıkışır iki tik tak arasında ki o dar alana geçmişle yarını hep bugünde koyarken camının kenarına. Sonra tabi sarışın yerine esmer bir adam girer rüyalara sorsa biri muradı olmuş sanar Freud gibi düşünemez olmadığı için rüyalara girdiğini. Adım adım saçmalığa doğru giderken şahı mat edemeyeceğini bile bile kullanır eski atlarını onlar ki aslında en sevilen olmayabilir bile atsak yenisini alabilecek miyiz? Dünyada bin bir türlü piyon var yapamazsak hamlelerimizi sürelim öne hem belki hoşa gider, ki kimisi en çok piyonları sever kimi sadece zaman kazanır boş geçmemiş gibi yapar yansıyan aksine.

Kısa bir öykü sansın okuyan yukarıda ki ilgisiz cümleler bütününü öykünün baş kahramanı olmasın benim gibi ve bir şarkı açıp ağlamasın anlamadığı diller dahil. Ama birileri bir son yazsın ya da kendi öykülerini anlatsın içinde aşka dair nameli bir ses olan, bir yalvarış ağıt gibi gelsin kulaklara kemanın teli içte titresin. Hikayede bekleyiş olmasın ya da ne biliyim Sakarya sokakları kokmasın kimse beni inandıramaz artık Sakarya da aşk var diye olsa olsa çıkmaz sokaklarında, oysa her adım Sakarya da aşka sanılır bilmeden kendi dansını yaptığını…

Şimdi sorsalar Lewes street’te sen neden Sakarya’ya dair yazıyorsun.

Sormasınlar.

10 Ekim 2010 Pazar

KORKULU RÜYA-3*

MASABAŞI YALNIZLIK
"Tek Perdelik Dram"
casio f-91 W
karga sürüsü sesi
tıkırtı-rüzgar-istanbul
sancılı bir ölüm süreci
Zaman'ın sarkacı sallanıyor üstümde
zaman kıpırtısız
dünya boş bir ateş
izmarit ter sentetik kumaş
delikli dosyalı bir öğle görevlisi
başıboş-hüzünlü-havlamıyor
yırtılıyorum bir yerlerden
yüzüm buruşmuyor tuhaf
korkunç bir uğultu berbat
can sı(Z)ıntısı
nevarbunda
bilmiyorum
bilmiyorum yok
efendim
efendim yok
zor
çok zor
kısa ve acısız
gözyaşı mavi yastık kılıfı
kalabalık kokulu-ağır hastalıklı-garip
tuttum
balık var
ama nerede
nerede işte şu balık
zihnimdeki çığırtkan susmuyor
maaşı kabarık
asık yüzlü eski gazete okuru
kulübe çardak sessizlik
çay soğuk
rüzgar var
hep var rüzgar
sabır sabır sabır
dua selamlaşma
insanlıkdışı
duvar bakır çakır kahır
arılar pepsi
mavi çöp poşeti ilginç
insan uzuyor bazı bazı
neden
ben mi şimdi mi
gerçekten ben mi tanrım
tanrı bağır çağır sağır
masa belki taşınır
ama yalnızlık
ağır ağır ağır

*Bu şiir İlker,Sedef ve İrfan'a ithaf edilmiştir.

İADE-İ HİTABET(ya da Melike'ye Açık Mektup)

cesedimi taşıdım rüyamda
bilinmez bir yere
cenazem kalabalık sayılmazdı
sen yoktun mesela cansu yoktu engin yoktu
siz yoktunuz
ya ben?
ben var mıydım
emin değilim melike
rüyadır dedim hayra yordum
bir kadın tanımıştım bir zamanlar melike
seninkiler gibi mevsimsiz gözleri vardı onun da
onun da hayı huyu belli olmazdı
"neden konuşmuyorsun?" demişti bir akşam bana

aşk bir maçtır be melike
ve mutlaka kazanılmalıdır
almak tatlı vermek acıdır
senin aşkın bir maçsa sence durum kaç kaçtır?

benim şimdi arabam olsa
evim karım çocuğum
benim şimdi üç katlı mezarım
olsa/olmaz

maçlarda genelde favori taraf kazanır
ama her maç sürprizlere açıktır
aşk iki kişilik bir maçsa melike
tribünler neden bu kadar kalabalıktır?

kafanı çevirme
yüzüme bak
incitmeden
bak

maçlarda ağlayıp küfür edilebilir
dileyen çekirdek de çitler
yan ağlarda kalan toplara gol diye seviniverir
açının yanılttığı çiftler.
aşk bir maçsa elbet uzatması da vardır

soluk cilasız rutubetli
kuzgun poe kuzgun poe
"kalabalıkların adamı"
Ümit Şimşek'in yaşlılığı
ne var ne ne ne
gece gece
nevar yine
üstüme 1950'lerden yağan bir yağmur
oluk oluk sürtünüyorum bir borunun içinde
soluk kaygan yıpranmış

ve eğer zemin müsait değilse melike
aşklar da maçlar gibi
iptal edilebilir
hava muhalefeti nedeniyle

tek başımayım
canlı tek başlı
biraz balık
biraz balık olsaydı
sen olsaydın yanımda
biraz da rakı
öyle susuzum ki
suskun akıl almaz divane
neşem yok
kuruyorum san ki üç dört
yoruluyorum

ve ben o akşam dedim ki melike
o sana benzeyen kadına
"Yazıyorum ya..."

"insan her an yeni bir boşluk bulabilir melike"

7 Ekim 2010 Perşembe

ÇÖREK

Bunun için dönmemiştim ben buraya sanıyordum ki mutfaklarda taze çörek kokuları hasretle sarılan bedenler olacaktı. Şimdi hiçbir yerde olamamanın huzursuzluğuyla kronemetreler tutuyorum akıp giden zaman neye olsun? Keşke sardunyalar alsa o zamanı da bir yerler yine çiçeklense. Şimdi girilen odalarda henüz sevişmeden göz gözü görüyor ve hemen bir uçtan diğer uca ipler geriliyor işte o zaman hiçbir kadın olamamak kalıyor bana.

Kelimesiz his sinirlenmek.

Nasıl ki İstanbulda yaşamak kadar kararsız mutluluğun tüm eklerine kuyruklu bir nasıl sorusu ekliyorum bu defa yapmalara değil yapmanın sonuçlarına. Şehirlerin hızla akıp gidebildiklerine inandırdı tüm uçaklar nereye inmiş olmanın verdiği garipsemeyle. Sardunyalar Ankara da kaldı şimdi camımın önüdeki kaktüs ve ismini bilmediğim ve adını söylememekte ısrar eden minik çiçekle yapabildiğim tek şey üstünde ki arıları kovalamak.

Kelimesiz his korku.

Sarışın çocukların günahsızlığına inanamak kadar saçma bir yolda suni kalp çarpıntıları yükeleyen doktorlar anneme bu evde kalamaz artık demiş. İşin kötüsü teşhisin yanlış kabloyu çekerek benim kırmızıyı ne kadar sevdiğimi unutarak vermiş olmaları. Şimdi bir kadın ve bir insan olarak yaşamaya çalışırken neleri sevdiğim ve istediğim, üstüme hangi şiirleri giyeceğim öylesine karıştı ki, düzen ve düzensizlik maalesef aynı kökten.

Kelimesiz şimdi karar.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hay Benim Rabb'ime!



“Umut’a”


Olmuyor be usta!
benim elime bıçak da yakışmadı bu defa pamucak da
biz hani istedik ya bir ilikten girelim içeri,
sandık ya bir ilik açar da gireriz başka bir dünyaya;
bu da mı gol değil be usta
“bu iş zor yonca” yumuşaklığında girmiyor hiçbir bıçak eşek etine
ben diyeyim sana
Elinde silahla yaylalar hayali kurmuş olamazsın,
Evet; itiraf et de ağlayalım rahatça
Ama sorsan ki ,nedir hayalin ey yolcu nerelere gitmek istersin yola çıkmasan da,
Bilet parası bile bulamadık biz be usta
Bizim bileti eşekler yemiş bir geldik baktık
Sokrat tan bahsediyor birileri
Hay seninkine soksunlar
Lütfen cinsiyetçi bu ama ayıp oluyor
Yıkardım be usta
Yıkardım onun ayaklarını isteseydi
Bir de vakit kalsaydı gözlerindeki denizde yüzmekten
Ki anca dubalara gidebildimdi ben suda oyun olmaz diye
Çarpmadı mı kalbim sandın sen ha?
Yok be usta çarptı bizimki de seninki kadar
Buna taşikardi diyorlar anatomide ya öylesine
Yine sahneye ben çıktım erkenden
Yine buradan anlatıldı ne olmazlığı
Evet haklıydın
Bunların hepsi saçmalıktı belki de
Ben söyleyeyim en netini
Yeni bir şehir bulamazsın diyor ya yeni ne bulabilirsin be usta
Yeni öldü sanki her şeyin karması fuck body gibi
Şimdi biri soruyor bana
‘who am ı’
Please write an essay dostlar
‘el kaldırıyorum: söyleyeceklerim var’
Ben sahneye erken çıkan boktan bir ilikten
Geldim gördüm gidemedim be usta
Rabb’e isyan etmek haddimiz de değilmiş ya
El indiriyorum en münasip yerlerine
Küfürlü şiirler yazma çabasından
En yumuşağıyla bitmeli şimdi
Ben sahneye erken çıkan
Söyleyin yanlışları!
Ama bu da mı gol değil be usta!


* foto: Hayat Var/Reha Erdem

8 Eylül 2010 Çarşamba

aylak

-€trafta ßaktıqım herkeS kOLpa, HerkeS ÇıkarCı, HerkeS yaLanCı.. ßu Dünyanın DerDi ÇekiLmez ße haCı..

dedi.
-Şu tepedeki kutuda ne vardı , indir bakalım bi!

kayıp bir kaçağın izini süren at üstündeki şövalye misali, aramanın bilge içgüdüsüyle gardrobun üstündeki kutuyu işaret etti.
Hoze, komutu duyduğu anda parmak uçlarında halının üzerine doğru sessiz adımlarla yürüdü. yükseldiği an şovalyenin ayaklarından beynine doğru yüklendiğini hissetti.artık kutu elindeydi.
kutunun içinde sararmış ve yıpranmış birkaç sayfa gazete ilanı vardı.ilanlara göz atarken sarı, fosfor kalemle çerçevelenmiş bir ilan gözüne takıldı.

''Böreğe maydonoz ayıklayıcısı aranıyor. yirmibeşlerini geşmemiş olması tercihimizdir. aylıkları Suriye Dinarı ile ödüyoruz; metro kart yerine çekçek tahsis ediyor, multinex yerine de ocak ve dolap arkası Çince magnetler tahsis ediyoruz. Onlarla besliyoruz sevgili çalışanlarımızı. Bu fırsatı kaçıran adaylar için "olum bu fırsat kaçırılır mı" diyen arkadaşlarının çoğalmasını diliyoruz. dolaylı insani ilişkiler güven ve düşüşle ilişkilendirilir.
Müracaat:Kapıcı''

ilanı okuduktan sonra kafasının karışıklığını giderebilmek için aynaya bakmak istedi.içinden ''keşke Alaska da şubeleri olsaydı'' diye geçirdi.
misal bi ters bi düz,bi terz bi düz haroşe yazı yazabiliyordu.
yaşam tarzı da böyleydi esasında.bunu başvuru esnasında söyleyebilirdi -eğer Alaska da şubeleri olsaydı-
yine abuk sabuk geçişlerini düşünürken. aklına ilan geldi.
yine kafası karıştı, yine aynaya bakmak istedi.
ama Hoze gitmişti.
sonra kendini düşündü...
filoloji okumuş, bursada baston yapımı zanaatı hususunda uzmanlaşmış, uzun boylu biri olsaydı -nasıl olurdu...
nasıl olurdu?

7 Eylül 2010 Salı

KORKULU RÜYA-2

sessizliğimi giyiniyorum-çıkışı yok akabinde-.
büyük geliyor üstüme
kilo vermişim demek

(öyle garip ki her şey
sanki herkes bir varmış bir yokmuş gibi yürüyor
giriyor ve çıkıyoruz
çıkıyor ve iniyoruz
garip

neyimi çalmış olabilirsiniz tanrım neyimi
ki ben böyle eksik kalayım
öyle demek
garip
tamam bakırım

hanginiz fısıldadı zihnimdeki uğultuyu
bir sperm nasıl büyüdü bu kadar
ve zevk ne acılar doğurdu
bu bir televizyon dizisi değildir
garip

bir bara girdim geçenlerde
uyarı levhası koydular oturduğum masaya
DİKKAT:dağınık
garip

bazıları sessizce gezer ve çeker gider
FOTO lazım mı ağbi?
bazıları dır dır
iki tür insan vardır/demek
garip)

konuşmayı deniyorum girişi perdeli bir kabinde
içine giremiyorum
büyümüşüm demek

KORKULU RÜYA-1

ne soğutur suyu
makinemsi bir ölünün ayakizlerini
ne sıralar arkası boşça kaplanmış bir hissinde gecenin
tetik mi kekik mi kereviz kökü mü budanır/ sap samandan ayrı
ne verebilirsin bana kendin dışında ya da kendinden fazla
bir ressamın eskizlerini -ben taşıdım ben- içimden öte yerlere
erir dali'nin saatleri akar gider hiçliğe ve hiçlikte
delinin saatleri sisifos'un kayası gibi ağır ve durağan bir papağan
gevezeliğinde aç ve sevgiye muhtaç bir korkunun şah damarında akası varcasına
neyi tanıyabilirsin bileşik kap ve zamandan ayrı
ara yangınları elinde körükle gel-git(me)
ne susatır seni bana
bir yaz akşamı, erik ağacında dallanır
sen benim eksik uzvumsun yarim
düşünceler beni deler ve sen-deler keskin virajlarında yüreğimin
müthiÇ bir beşinci baskı benliğimde renkli
bir duvar bir başka duvara dayanır
bir insan bir duvara
bir duvar var
eldeki tek gerçek uzanamamak
dokunamamak avuçların çizildiği kaleme
fal bak bana olsun gönlümce
geleceğim

26 Ağustos 2010 Perşembe

…KIYISINDAN ÖTEDE

Dedim tamam.
Dedim ağaçlar güzel.
Dedim gökyüzü ortak.
Dedim hayaller ne güne duruyor.
Dedim ki alışıyorum…

Benzetmeye, sevmeye çalıştım başaramasam da dedim olur.
Bu dedim elimde kalanın bir ben olduğu gerçeği dedim kabul.
Hayatı ikna etmeye çalıştım kendimi bırakıp meğer bitmiyormuş elinde daha nice kozları varmış teker teker açacakmış kartlarını ve bir kumar masasına oturtmuşta beni ruhumu dahi alacakmış şikayetçiymiş adından ölümmüş aslında, kabul etmek yetmiyormuş, savaşmak boşunaymış içinde sadece hiçlik varmış…

Dedim son.

Biri diyecek ki üç kadın ölü bulunamamış!

20 Ağustos 2010 Cuma

ELMANIN DEĞİŞİMİ

Elma sevenlerden oldum
Merak etmesin Nazım bir beklentim yok elmadan
Beklenti bilmeyi gerektirir ya
İşte o zaman enseye isabet eden bir yumurta gerçeklik olur
Bunu ben söylemedim kusurabakmayın referans veremedim
Üçüncü şahıs yazmak zorunda olmaktan hiçbir düşünceyi benimseyemiyorum
Tıpkı sana birazdan yapacaklarım gibi
Neden seni iki kere şaşırtmak istiyorum ki
Çünkü bu aynı zaman da beni de iki kere değiştirecek
Bunu sen açıkladın neydi o teorinin adı bardak örneğiyle tüm doğayı değiştirmiştin.
Bu kadar sakin geliyorsam,
..bil ki bunun altında sarşın bir kadınla yatma isteğim vardır.

Elmalar farketmiyorsa Nazım, sevmesini istemezsin!

6 Ağustos 2010 Cuma

KESİK İP

Bir ip bağladım uzattım uzattım çok uzağa bağladığımı farkettim, tam dönücektim kör oldum ipi kesmişler her bir yanından tutupta geri dönemedim. Sonra bir ses bana - tanıdık mıydı hayır- alışırsın dedi alışmaya çalıştıkça yeni ipler uzattım bu sefer kendimden uzağa geçen haftaydı hayal meyal aklımda, “ipin bir yeri koptu yine anneme seslendim içerdeydi sanırım duymadı heralde, kızmış mıydı bana yoksa, odamı toplıyımda belki siniri geçer diye düşündüm, sessiz ayak sesini duyunca konuştum anlattım anlattım sorular sordum anneme de cevap vermedi hiç birine.. bir oda bu kadar yalnız olabilir miydi kendimden uzattığım ipleri paramparça ettim yok oldum adeta oda da ben bile yoktum.”

İşte yine nefes alış, önemini bilen var mı hiç sanmam. Sonra ki bir hafta boyunca kendime yeni uğraşlar buldum sürekli insanlara ‘sorry’ ve ‘thank you’ diyordum kim bana iyilikler yapmıştı ya da ben kimlerin canını acıtmıştım ki bu kadar tekrarlıyordum. Orda birilerinin canı yanıyordu biliyordum anlayışınız için teşekkür edip yanınızda olamadığım için özür diliyordum.

İnsan korkuları kadar yaşarmış anladım rüyalarım da sürekli Ankara’ya gelipte son günümü görüyordum neden kalacağım 13 günü değilde son günü üstelik 13 uğurlu rakamlarımdan biriyken uğursuz sayılanı seçtim diye mi doğru ya her şey benim seçimlerindendi. Ne zaman bir yakınımı kaybetsem rüyamda görürüm bana gülümser işte gördüm yine o lanet rüyayı ne mi oldu babaanem öldü bugün babaannem öldü ve ben burda kendimden bile uzakta nefes almaya çalışyorum.

1 Ağustos 2010 Pazar

CAZ-BEDENLER

Saymazsak güzelim karışık şiirleri
ve bilgin dahilindeki diğer garip halleri
daha yakın olmak istiyorsun bana...


GÖTANLAM-1:tutmayın kakamı/çıkacak var/bırakın yakamı/bıkacak var...İ.A. için

Yalnız insan edilgendir/Hiçbir şeye bulaşmayan

Ben de biraz Attila İlhan'ım
ama tersinden

Kan olur muyum kırmızıya boyasalar beni?


GÖTANLAM-2:Aklıma hep boktan şeyler geldi

Yeraltından Notlar:Bugün metro bozuldu;iki dakika bekledik;endişe,tehdit ve korkuyla sekteye uğradı rutin;from any Russian writer to Putin

Geceydi,yalnızdım
Ama hiçbir 900'lü hattı aramadım
-911 hariç değil-
Telesekretere boşalamayanlardanım

GÖTANLAM-3:Aklıma bir bok gelmedi

...Saymazsak güzelim yapışık ikizleri
ve bilgim haricindeki istisnai halleri
İNSAN VÜCUDU TEK KİŞİLİKTİR.

20 Temmuz 2010 Salı

DÜNYANIN GÖTDELİĞİNDE CAM KIRIKLARI















Bir gün beşe bölünür beş ezanla
ben okudum durdum
bir halt anlamadım
sen gez anla

Ben bir kronolog'um sevgilim;terkedilişlerini sıralayan.

benim doğduğum gün aslanım edip cansever ölüverdi
demek bu şinanay dünya, iki delibozuk şaire dar geldi

aynı dünyaya kapattılar ikimizi
ben sana aşık oldum
sen bana düşman

aynı okuldan el ele kaçmadık mı aynı karanlığa?
sen "düzen"liydin her daim sevdiğim/ de
ben nereden vardım düzenbazlığa?

Hiçkimse ölümden korkmaya başlamak için fazla genç sayılmaz.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Şimdi Biz Ölsek


Şimdi biz, bizi unutanları da bu yalnızlığın içine alarak etrafa saldırıyoruz: sevin bizi. Diğer türlüsü ölüm gibi geliyor şimdilik. Ölmekten hala bu kadar da korkuyoruz, yaşadıklarımızın daha korkunç olabileceğini düşünmeden. Bir ölüm koydun mu öteye korkulu, ilk gördüğüne seni seviyorum dememek için bir neden de kalmıyor. Başka türlüsü ölüm gibi oluyor. Bir şeyin bitişi olduğu için sevmenin nasıl bir devamlılık sağlayacağını bilmeden ‘ilerliyoruz’( bir ilerisi ?)
Bir bankta oturuyoruz. Burası hiç gitmediğim bir şehir. Belki de şehir değildir. Yerkürede herhangi bir bank( bu bankın anlamı hüzünden başka bir şey vermiyor bu yazıya). Peki daha da yukarıya çıkalım. Bir bankta değil; yeri olmayan, ayaklarımızı kullanamayacağımız, belki de sadece suda çırpmak için kullanacağımız (ama durmak istiyorum, suda durmak için bile inceden bir ayak çırpması) yukarıda bir yerde, gökyüzü yerine başka bir isim bulacağımız bir yerde uçmanın bile nasıl olduğunu bilmeden, uçmanın insanı hafifletici etkisine ilişkin baskıdan daha uzakta, belki de daha ağır bir baskıyla, elime tutuşturduğun bir telefon olsa da veya kulak pamuğu dikkati buraya hiç çekmeden. Bu baskının, senle olmanın mutluluk baskısının veya sensizliğin beni yıkacağı, mutsuz edeceği ihtimalinin baskısının uzağında bir yerde bir araya gelme umudu. Kelimeleri farklı anlamlarıyla kullanmak, yeni bir alfabe yaratma kaygısından uzakta bir yerde. Bütün tahminleri yok edebileceğimiz bir uçuşta bir araya gelmek. Senin bir güneşle çıkagelmen, benim bir yağmurda ıslanmışlığımın damlalarını eline sürmem ve hangi gökkuşağı bilmektedir ki bu birlikteliğin sonucu olduğunu. İşte tam öyle gibi, kalakalmışken bir enkazın altında eğer elimde senin sesin çalıyorsa çıkmaya uğraşmamak gibi. Orada bir köy yok gibi, asıl biz orada dururken bizim olması gibi ve ondan böyle bahsedilmesi gibi. İşte böylesine zor anlatması bile. Elimde kalıyor bütün çay demleri, bu anlatımdan, senden, benden, bizden, bir kahvaltı sofrası bile olmuyor. Ellerim peynir kokarken biri bana, hijyen kokusundan bahsediyor. Bu yazıya hijyen kelimesi bile sığmıyor. Bu kaybetmek ve hiçbir zaman bunu yok edecek bir duvara çarpmamak metafora sığmıyor. Bu çay demlenmiyor, ne kadar kaçak çay eklesen de sallamadan öte bir koku kazanmıyor. Ne bu güneş doğuyor ne de o yağmur bize geliyor. Sen de boş ver dolama artık beline gökkuşağını, o renklerin hiçbiri bizim aynadan yansımıyor.

16 Temmuz 2010 Cuma

Kim Verdi Şairin Eline ?(bu anahtarı)

gizli ajan,kirli sakal,tipsiz özne/
ben kaçığım leydim çorap değil/
sizin hiç keyfiniz kaçtı mı?/
benim bir kere kaçtı/şöhret oldum/
geçti alkolik ünlüler kervanı eyleme beni/
azar azar verdiler ayarı/
solda çekmedim/sağa çevirdiler/
görüntü net şimdi içerik piç/
babam akşam gelecek/akşam babam gelecek/
akşam oldu diye mi gelecek babam/
babam geldi diye mi olacak akşam/
kestiremeyeceğim/"korkuyorum anne" demek, reha belki ama erdem'li sayılmaz pek /
hayatımızın bir yerinde annemiz ölecek/
betim için yapılan betime fazla itibar etmemek gerek/
bir film çekeceğim onun gibi bırakıp gitmeyecek/yalanımı sikeyim :(

11 Temmuz 2010 Pazar

GOODFATHER

neye sarılırsan o yakar canını
neye saldırırsan o sıkar canını
neye haykırırsan o haykırır yankını
gününü ortaya koymadan kazanamazsın yarını
yarınınla ödemezsen yaşayamazsın anını
neyin peşine düşersen o becerir arkanı
başka şansın yok
o yüzden sonuna kadar yaşa hayatını

25 Haziran 2010 Cuma

HEP NEPAL BAYRAĞI ŞEKLİNDE ŞİİR YAZMAK İSTEDİM

gece öyle kaplıyor ki gözlerimi
göremiyorum kendimi
gece öyle bağlıyor ki ellerimi
dokunmayı unutuyorum
ayrı yataklarda yatıyorum kendimle gece
gece öyle giriyor ki aramıza
kendimden utanıyorum
unutmak-kendim
sokulamıyorum
gece öyle damlıyor ki boğazıma
soluk
alamıyorum
gece bitsin artık
çünkü ben
sonlanamıyorum

14 Haziran 2010 Pazartesi

Bulut Üstü Kaymak Örtüsü

Yaşasın teknoloji ve dahi yaşasın modern dünyanın nimetleri.Enteresanlığımla paralel bir durum aslında, zira sabahın körüğünden beri para piyasalarının endişesi beni gerdi.
Kobi olup piyasa sansarlarını tartaklayasım var.
Karışık depreşmeli aşklı meşkli histerik konular daha bi eğlenceli sanki gibi...
Birsürü insan arasından sadece''iki'' taneydik,bu kadar çift arasından sadece ''bir''. Çiftken ''bir'' olmak mı güzeldir,yoksa insanlaşıp,bölünüp ''iki'' olabilmek mi?Benleşmek,bütünleşmek mi iyi,ayrışıp ikileşmek mi?
Kanımca,insanoğlu böldüğünü tekrar toplayamaz, nokta!

Şiyir denemeleri yapıyorum;

sessiz bir fırtına gibisin
seni beklemek doğum sancısını beklemek gibi.
bitti.
***
devinimsel boşluğunda kaybolmuş martı
bitti.
***
bazen rüyalarını görüyorum
sonra sen olup içinde büyüyorum
bitti.
***
tahammül(k)süzüm.
bitti.
***
Bencilliğimden şiyir sevemiyorum.
bitti
***

Sevgili Dostum;
İnsan, hayatında sadece bir kez doğru zamanda çiçek alabilir, o da cenazesidir.Tüberküloz modunda gezen anneciğimin ısrarıyla pekmez içiyorum sabahları aç karnıma.. Doğru zamanda çiçeklerimi alabilmek içün.
a-ha yine şiyir gibi düşünüyorum.
Karanlığın olmadığı, renklerini birbirinden ayırtedemediğim, erdem denen ''şey''in saçma olarak nitelendirildiği paralel bir düzlemdeyim şuvanda. Ne ben sana ulaşabilirim, ne de sen bana.
Ve bu yaptığım bir ulaşma çabası olarak algılandıysa essahtan af ola.
İçimdeki kurtçuklar dışarı çıkmak için debeleniyor.Umarım nefes aldırabilirim onlara…

Mercimek köfteli günler dilerim.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Unutuş ve Yokoluş Üstüne

Döndürüp döndürüp dilini
Sözcüklerimde aradığın
Bir anahtar sesi
Bir yüzük genişliği
Ellerinin
Ellerime sızmasının sebebi
Hayır! Ter değil döktüğüm
Ağlıyorum teninde
Geceleri
Kağıt yazısını kaybeder
Silgi kaybeder
Kendisini

1 Haziran 2010 Salı

İsrail'i Suçluyoruz


İsrail'in yardım gemisine saldırması üzerine sanal ortamda söylenen onca laf kalabalığına karşıt olarak ve bir kısım görüşe destek olarak; 'bütün devletler katildir' minvalinde; Camus'nun şu sözleri üşüşüyor aklıma:

"(...)Bugün kimse konuşmuyor( eski söylediklerini yineleyenlerden başka); çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemior. Şu son yıllarda gördüğüm bizde bir şeyi kırdı. Bu şey insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, sürdüler, işkencelere soktular. İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog bitti."

20 Mayıs 2010 Perşembe

GİTMEMİŞ LÜTFÜ'YE MEKTUP


Sevgili Lütfü;

Uzun zamandır sana yazamadım. Çünkü o beni aşağılarken kullandığın ilaç bağımlısı deyişi vardı ya; hala ona uygun olarak o ilaçlardan kullanıyorum. Yanlış anlama; bunları kullanırken hiçbir şey hissetmiyor değilim. Sadece bir şey birikmiyor içimde, dolayısıyla taşmıyor da.
Yazdıklarımı okuduktan sonra “sen en iyisi bir tek mektup yaz” demiştin ya, o zamandan beri hiçbir şey yazmıyorum. Bu mektuba bir zarf bulamayacağım gibi, anlamlı bir bütün olacak cümle de bulamıyorum.
Ama seni çok özledim.
Yazı yazamazken bile ‘Sevgili Lütfü’ye sığınıyorum yine.
Sen kör olduğundan beri benim de bir şey göresim gelmiyor. O yüzden gözlük takmıyorum artık, doktor kızdı geçen gün kontrole gittiğimde. Astigmatım artmış; öyle dedi.
Bir okyanus vardı hatırlar mısın, birlikte bikini giydiğimiz ve rüzgârda durup da ardından menenjit olduğumuz. Bir okyanus menenjit etmezdi ta ki biz girene kadar. Şimdi bir çocuk doğuyor ve adı rüzgâr ve kimse onun menenjit olabileceğini düşünmeden yaşıyor. Oh ne ala...
Anneannemin adı Muallâydı ve ne zaman bu espri yapılsa çok öfkelenirdi. Bunun bir küfür olduğunu bile düşünmüştüm bir zaman. Oysa şimdi ne zaman Mualla desem bir ağlamak başlıyor bende- ki Mualla hicaz makamında oldukça içli bir parçadır. Birçok adı vardı onun ve 78 yaşında mahkeme kısalttı adını, o yüzden öldüğünü düşünmüştüm bir süre. Değilmiş. Ölmeye karar vermişti demişti annem. En son hangi şarkıyı dinlemek isterdi diye düşünüyorum çoğu zaman. Şimdiyse onun habersiz olduğu bir parça çalıyor; adı neden Mualla olmasın bu kemençenin.
Lütfü sen bu hikâyeyi bilmezsin: ben çok küçükken bir amcayla teyze-amcada Rıfat tipi vardı adını hatırlamıyorum şimdi- bize yemek veriyordu; alırken yanlışlıkla ayağına çarptım. 1 hafta sonra ölüm haberi geldi ve benim vuruşumdan dolayı öldüğünü düşünerek çok üzüldüm; hatta kimseye söyleyemedim cinayetten tutuklanırım diye. Sen içeri girdiğinde de bunun böyle anlatılacak bir hikâye olduğunu sanmıştım. Bu arada sen çıktığında ben ağlamıştım çok. Sana yalan söyledim ağlamadım diye. Şimdi ise ağlayamıyorum o ilaçlardan dolayı. Hiç gözyaşı uğramadı bana birkaç aydır.
Senden uzaktayken seni çok aradım. Seninle küfrettiğimiz kişileri bile özledim. Onları da aradım gizli numaradan. Yeniden bir bira keyfine dalar mıyız diye geçti aklımdan. Sonra bir sürü insanın ölüm haberi geldi bana; kendi ölümümü hatırlatmadı hiç biri. Ama senin öldüğünü düşünüp ağladım gecelerce. Ben gittim ki aslında bana göre gelmiş de oluyorum. Sen yeni bir şeye başladın mı hiç? Hiç yeniden gelmemi istediğin oldu mu? Şimdi deli gibi yağmur yağarken burada, havadan sudan bile konuşamıyoruz seninle. Aynı gökyüzü mü ki baktığımız. Ben sana bir yıldız yolladığımda sana ulaşacak mı ki? Burada bir yıldız kaydığında sizin oraya düşecek; dilek tut diyeyim mi sana? Yeni birilerini gördüğümde ben yine âşık oldum diyeyim mi sana? Yataklı trenle sana bütün hikâyelerimi yollayayım mı? Burada bir nar kırıp senin evine bereket getireyim mi? Bobo gol attığında tokuşturduğum biranın köpüğünü sana uçurayım mı? Başıma gelen saçma bir olaya şarkı yazdığımda plakçılar çarşısına gidip sana yeni bir albüm doldurayım mı? Çektiğim fotoğrafları bastırırken sana kumaş kumaş makine dikeyim mi? Senin sesini duyayım diye BBC’yi açayım mı? Geldiğin yerleri öğrenmek için tüm yörelerden halk oyunları ekibine katılayım mı? Sen kimlerlesin bileyim diye bütün KPDS kitaplarını çözeyim mi? En fenası yokluğuna ağladığımı gör diye bir kaba gözyaşımı dökeyim mi, boş odalarda tükürürken bir de yokluğuna tüküreyim mi?
Bunları anlamak için birinin yokluğu lazımdı. O sen oldun. Senin için de ben. Şimdi diyorum ki ah keşke kapı çalsa da elinde nar taneleriyle geliversen...

18 Mayıs 2010 Salı

İKİNCİ DÜNYA ATLASI

Saçlarım eksilmiş yerlerde toplayamıyorum ne kadar da dağınık bu şehir
Ankara aşkın yaşanacağı son şehir çünkü eskidi diye müzeye kaldırıldı gördüm ben götürülürken ama hiç ağlamadım(!) biliyordum
Biliyordum ki kabullenemeyecektim oturdum güvercinli parka saatlerce ağladım
Kendini kötü hissedersin diye portakal sıkıyordu bir amca içtim hiç iyi gelmedi
Geçtim piyanomun başına parmaklarımı gördüm bir daha üzüldüm bir daha ağladım
Ankara’da parmaklar piyano çalmak dışında yasaklandı
O günü hiç unutmam babam biliyordu parmaklara ne kadar da önem verdiğimi, söylemek için piyano almıştı üstelik aynı babam birkaç kez o parmaklarımı kesmeme neden olmasına rağmen…

Bunlara inat almadım biletimi; “bir adayı düşlerken müze oluyordu Ankara, babam her gün bir parmak hediye ediyordu bana, bir anda aşık oluyordum binlerce parmağı olan çocuklar doğuruyordum sonra onlar bir başkasını, şehir orgazm rekorlarına yenilerini katıyordu, her gün yeni bir çatı katında kalınıyor, sadece blues dinlerken ağlıyor, en çokta gülünüyor çığlıklar atılıyor, sözlüklerden tüm tekil çoğul şahıslar siliniyor, Napolyon bir palyaço olarak tanınıyordu…”

Aldım çünkü gerçekliğim karışıyordu. Müzenin kapısı yoksa ve herkes on diye sayıyorsa parmaklarını, pastanelerde kertenkeleler yoksa ve piyano icat edilmemişse, aynı dildeyiz diye anlaşmış mı oluyorduk.

Ankara gri değil deniz var ben gördüm!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BİR GÖZLERİN AŞKIN

Bir gözlerin düşlüyorum şimdi.Şimdi şimdi.Hemen bu akşamüstü.Bir gözlerin düşlülerdi.Düşüncelilerdi bir gözlerin ve akşama içkin.Ben mi?Eridim rakıda buz gibi bu akşamüstü.Kaydım trabzanlardan çocuk poposu gibi şimdi.Aşağı tükürdü beni bir ergen sıkıntılı vapur yolculuklarında.Aşağı denize şimdi.Bıçağın sıyırdığı balık pulu misali ereksiz ve gereksiz kal'a kaldım dünya üzerinde ben.Ben var ya ben.Ben bir gözlerinsiz.Bir gözlerin gelince ben öttüm düdük gibi inceden.Çaldı kovuk koyak bir hınzır bahar sisi sabahın kör vakti ya hayırdır ne çoğu kalmış akşama bundan hemen şimdi.Ha meğer bir gözlerin engel olmuş bana.Bir gözlerin tutmuş beni;girmemişim sarhoş sarhoş kavgalara. Ben ulamışım bir gözlerini kara bir çift gölge gibi insan ayaklarına.Niyetim nerede benim şimdi?Bir tutam simit,bir simit susam,sussam unutsam seni.Seni bağırsam akşam akşam.Seni bulsam kollarımda hemen şimdi.Ama bulamam.Bulamam bilirsin.Meşgulüm şimdi şimdi.Hemen bu akşamüstü vapur yutan bir sisti,sarhoşluk gibi bir histi bir gözlerin akşamdan aşkın. O bir gözlerin ki pek bi düşüncelilerdi.Meşgulüm bulamam.Bir gözlerin düşlüyorum şimdi.

16 Mayıs 2010 Pazar

PARANOYA DEFTERİ

Başka Bir Gün

Sanki bir savaşın ortasındayım az tebessüm, az uyku, çok yol, çok düşünce... Oysa şehirde tek bir kare bulamamıştım çekilecek, bir çocuğu ise yalnızca aklımın fotoğraflarına ekleyip geçtim yanından gülümseyerek: Çalıya oturmuş, çalının bir dalını pedal yapmış bir dalını vites, ağzında bir araba horultusu damalı bayrağa son sürat gidiyordu.

Bir Gün

Aşık kemiği, ayak bileğinin dış kısmındaki yuvarlak kemikmiş. Umut'tan öğrendim bunu. Aynı yerden çıkardım gene aşık kemiğini dedi bana. Ben attım oysaki aşık kemiğinin 'ı'sını okurken. Aşk kemiği oldu. Geçmiş olsun demem gereken yerde hep aynı yerden çıkıyor dedim Adem'den beri... Belki de gerçekten Adem'den beri bedenimizden bir kemik çıkartıyoruz her aşkta. Acısı, sancısı bu yüzden belki de... Tabi ki sevinci de - mutlaka sevinmiştir Adem, Havva'yı görünce.

Başka Bir Gün

Hep bir ipin ucundan tutup çekerken yalnızca ipin diğer ucunu buluyorum. Masallar kahramanlar oyuncaklar beklerken, çıkara çıkara şüphe çıkarıyorum ortaya, kendimden başlayıp hayata uzanan bir şüphe: Her şeyi ben yapmış olamam ya, sesler, tavırlar, müzikler, hikayeler, uyumalar, hırıltılar. Çizgi filmdeki sarı küçük kuş geliyor aklıma: Bir kedi gördüm sanki!

4 Mayıs 2010 Salı

KÖSTEBEKLER GÖRMEDEN SEVİŞİR

eski bir gece asılı şimdi duvarımda.nisan temalı tabloda gözyaşların eksik.nemi bitmiş bir yatakodasında nasıl olur da yeşerir eski bir evlilik?otobüsler duracak şehrin caddelerinde.ne sigaralar bitecek beklerken.huysuz gemicilerin yumrukları inecek ahşap masalara şarkılar söylerken sarhoş ağızlar.bitmeyecek sorgu-sual.ne ürkünç geçmişlerimiz oldu seninle sahi.elleyemediğimiz geçmişler hem de.sen bir termosa benzerdin nemsiz gecelerde.içine nefret düşse soğuk,sevgi düşse sıcak tutardın.film afişlerine muhtaç,rutubetli ve çatlak duvarlar bir bir gelirler insanın üzerine.bir tabuta tıkılıp kalmak girer rüyama.gözlerimi hangi manzaraya emanet etsem iki dakka soğuyuverir çayım.kevgire dönmüş tipsiz kağıtlardan yapılma tipsiz gemiler anamı beller bir tarihi esere benzer ya bazen bir kuşa yarasa adını koyma onuruna erişmiş bulunup hatırlanmamak neye benzer?edemem düşünmeden.edebilir miyim yoksa?bu gece zor geçecek belli.ne menem bi gece bu gece ki fırından yeni çıkmış,kağıda sarılı, sıcacık bir ekmeğin bir çocuğun kucağındayken kapıldığı ısırılma korkusunu bunca yaşatır bana?bu gece köpekler havlamayacak.istemiyorum çünkü.cinayet ya da tecavüz yok bu gece. bu gece limana yaslanan ılıman iklim kuşağı hafifçe saracak kalın bellileri.bu gece eski bir gece çünkü.çünkü bu gece, duvarımı süslemeye mecbur bir hayal sadece.biz tutunabiliriz.bütün mesele de bu zaten.''iktidar sızdı.''.açığa çıkıyor bak bütün gizli emeller bu gece.bu gece içki arayan en son şişelere bakmalı.gecenin ne kadarı girer bir şişenin içine?gemiler için de gece var mıdır?mühim değildir hiçbir sanat ürünü bir kavanoz turşudan abi din.kasma boşa.ışık değmez dibine denizin.iç daha.daha iç dostum.ben öldürmeden bu tipsiz geceyi iç.yoksa atlarım şu pencereden.atlarım bu geceye.girerim içine karanlığın hastalıklı bir ciğerin üstündeki deriyi ikiye yaran neşter gibi.burnum akıyor zer dalinin saatleri gibi.bugün %30 eksik gülüyorsun bana.öğleden bir parça melankoli kalmış ağzının kenarında.ben seni en son nerede kaybettim?nereden geliyor bu koku?bu kokuya akıyor burnum bu gece.bazıları renkleri bilmeden yaşamak zorundadır.KESTİK.baştan alıyoruz.bu sefer biraz daha canlı...

25 Nisan 2010 Pazar

TERSKÖŞE YAZARI (DIRI DI DIT DIRIII,,,)

nefret e(K)-mek e-de-bil-mek kederlenebilmek gelebilmek gidebilmek hecelenmek ebelenmek debelenmek ve başkaları ve için ve çalışmak biten hayat su kuruyor avcumda bir ıslak bir nefes kelebeklenmek gece vakti ötüş mesai saatleri sersem sevgi ber-duş sinemasal aykırı ve farkında dalgın bazen boş bulunmak kasalarda banka nakit bir hırsızlık olayından şüphelenmenin beraberinde getirdiği dalgınlık kum saati tatili yok kimsesizliğin bir trt klasiği masal saati romantizmin cihan hakimiyeti eski bir yüzyıl özlemi dünyanın en güzel rejimini boz-yap tu-tu-tu kırk bir çeşit turşu bir kavanozda zalim bir kırbaç şaklasın dıgıdık kehribar muşambalarda yan yan yatan sansar derisi bir kot pantolon yıkanır durur şimdi gece bekçisi gölgeli bir dirayet örneği fotokopisi lazımmış bir ayakkabı boyacısına ya rahmetli olmuş muhtar sessiz bir öğleden öncesi terziyle tavladan bozma bir can sıkıntısına zar atarken gelip geçen bir kalp krizine denk gelivermiş sevdalı garip fırsat bu fırsat oturanlar başlamasın mı kiracı başlarına bir erken seçim telaşına uğursuz bir titrek kıskacında kurulmuş yengecimsi ne varsa paldır küldür kim ikileme kim yansıma anlaşılmayagür medet ya drogba keserler internetimizi vallaha bu kupon da yatarsa pisboğaz bir zil zurnalığa vurgun yemiş yemiş doymamış bir devasa rüyada sallanan bayrak göz yaşartıcı bilyeden sızan ışık gözbebeğime masal saati geldi çattı bak ne çok anlam varmış gündelik hayatta pek sık kullanmadığımız nemli bir ıska sıska ve uzun uzadıya @ götmail.com.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,,,,,,,

20 Nisan 2010 Salı

MIŞıl MIŞıl uykular

Ve itirafların zamanı gelmiş… İtiraf eden hiç olmamış! Bunca yıldır yapılan araştırmalar yetersiz kalmış, kimse kimsenin beynini okuyamazmış. Nedeni yokmuş bazen bir şeylerin zaten her şey bir varmış bir yokmuş… Günlerden Perşembe iken en büyük kararlar verilirmiş herkes o günü cumartesi sanarken. Belediye otobüs firmasında seyahat eden yolcular yolculukları uzunluğunda hayaller kurup evlerine döndüklerinde unuturlarmış. Unutkanlık her şeyin başı ve sonu olmuş – insanlık en çok bu yalana inanmış-. Kimse kimsenin boğazını sıkmazken herkes kendi boynuna ellerini dolamış, herkes morken kimse ölmezmiş. Beklememek için saatlerini bir saat ileri alan olmuş, kimliği belirsiz hırsızlar saatlerden o bir saati çalıp kendilerine gün kurmuş. Anlatım savaşı yapılmış alta kalanın canı çıkmış üstte kalanlar can çıkarmış. İnanmak isteyen bir kuş uçtuğuna bile inanamayıp çakılıp ölmüş, kuşlar fazla sorguladı diye açıklama yapmış. Demir çubuklar örgütlenmiş parmaklık olmuş. İnsan yanılmaz yanılsamalaştırılırmış bunu diyen bir erik ağacının altına gömülmüş. Mış’lı miş’li cümleler kurulmuş, rivayet demişler; gerçek olMUŞ!

t-u-z

Apartmanın önüne geliyorum.
Çecuk sesleri ve ağlama zırıltıları arasında kendime en makamsal sessizliği seçip yokuş yukarı çıkmaya başlıyorum.O an yokuş tırmamaktan garip bi haz aldığımı farkediyorum. Sevim Hanım dedikodularından öte 'mekan'sal olarak içeriden gelen bir ses dikkatimi çekiyo.. Yaşlı,yorgun,bilge bir ses ''Yıldız Böcüüü gibi ışılayaraktan gelen biri var. Öz olmaya bu? ''
Ananem.70 küsür yaşında. Küsür diyorum çünkü kaç yaşında olduğunu net olarak bilmiyorum.
Camla perdenin arasından bi kafa bana doğru uzanıyor. Küçük bi kahkaha sesiyle benim ''öz'' olduğuma kanaat getiriliyor.
Şımarık bi gülümseme uyduruveriyorum oracıkta yüzüme.
Apartmanın kapısı dııızt sesiyle işe yaramayan bir otomatik mekanizma sayesinde açıldığını sanıyor. Halbise küçük bi diz darbesiyle o dızzt sesi duyulmadan açmıştım kapıyı...
Şimdi az önce,bir kaç düş öncesinde,ses öncesinde;
Düşümde gördüğüm insanlarla karşılaştım kapıda..
Ve belkide son görüşümdü onları..
Her neyse..
Kendimi de görüyorum arasıra. Olağan şüpheli düşünceler içinde,ferforje demirlerin arasında bi örümcek ağı gibi sallanıyorum.
Arsız,Yüzsüz,Terbiyesiz bi insan gibi..
Neyseki Sevimli.
Keşmekeşi beden değil, ruh yaratmalı halbise..

19 Nisan 2010 Pazartesi

UNUTUŞ ve YOKOLUŞUN HİKÂYESİ

Kağıt yazısını kaybeder,
Silgi kaybeder kendisini.

16 Nisan 2010 Cuma

DON'T HURRY BE SORRY:DİZİ İZLER GİBİ İZLİYORUZ ANAHABER BÜLTENLERİNİ

Havada asılı kalmış gibiyiz sanki.Paraşütçüler gibi el ele tutuşup geçici daireler oluşturuyor,sonra ayrılıp savruluyoruz.Sürekli düşüyoruz sanki.Aşağıyı göremiyoruz,yukarıya bakamıyoruz ama öyle yavaş düşüyoruz ki farketmiyoruz düştüğümüzü ya da öyle hızlı düşüyoruz ki farketmiyoruz düştüğümüzü.Zaman duruyor belki.Kurtuluş Parkı'na kar yağıyor.Çoktan dökülmüş yapraklar çürüyor karın altında ve kabuk düşünce derisi yeniliyor kendini dünyanın.Hayır zamanın durduğu falan yok. Ne zaman bir fikir düşse aklıma,ne zaman kovalasam o fikri;saçmalığa çıkıyor bin umutla üstünde koştuğum yol.Bazı şeyleri anlamak istemezdim.Bazı şeyleri unutmayı,bazı şeyleriyse hiç yaşamamış olmayı isterdim.Ama istemek yetmiyor değiştirmeye işte.Pozitif düşünce işe yaramıyor.Onunla aptalları avutuyorlar.İnanmayın;alçakça yalan söylüyorlar.Öyle kitaplar yazıp satacaklarına pozitif düşünüp kazansınlar parayı.
Bir de utanmadan televizyona çıkıyorlar.Televizyon ne garip.Büyülü sanki.Büyülü ve korkunç.Her şey orada olup bitiyor.Birileri tetiği çekiyor,birileri ölüyor,biz seyrediyoruz.Sanki biri elimizi kolumuzu bağlamış gibi.Artık sadece söyleniyoruz.Homurdanıyoruz sadece.İsyanımız bir dakika bile sürmüyor.Sanki araya bir cam parçası girince yaşananlar gerçek olmaktan çıkıyor.Her şey bir GÖSTERİye dönüşüyor.Demek insan bu sayede hep seyirci kalabiliyor.

14 Nisan 2010 Çarşamba

LAF SALATASI Dr. EROS BEY'in ÖĞLE YEMEĞİ TRİBİDİR

1.
Hayvana benzemez leşim!
ölüm;
ne estetik bir kedi bedeninde.
alabildiğine sert,
görebilene ince.
ölüm tuhaf,
çürümek ise
kulağa ne hoş gelir şiire girince.
çatlağı bol,
yıkıldı yıkılacak duvar
makbuldür objektife.
ağacın yaşlısı,
mezarın toplusu gerek bilime.
ruh ne zaman üflenir bebeğe?
neyi arıyoruz bil!
''güzel''i
ölümde,çöküşte,
bitmekte bile
2.
sokağın karanlığı
titretir mürekkebi.
dürter romancıyı
yolların tenhası.
şehrin
terkedilmişi cezbeder yönetmeni.
aşkın acısı,hürriyetin bedeli ağır olanı
yazdırır şaire kendini.

bu kimin dramı?
bu ne melankoli?

art comedie
hayat trajedi...

13 Nisan 2010 Salı

1,2,3,TIP (VAROŞ'tan)

1.
-Aaannneee
-ne var len? ne böörüyon azgın it gibi?
-bi su at ta içek kıı
-viyh pok içesice sabahtan akşama tepin top peşinde
-hadi kıı çok susaştım valla
-al gözü çıkasıcaa
(Üçüncü katın penceresinden büyük bir hızla düşen şişe,toza saplanıp kaldı.Çalkalandı su köpük köpük,bir eniğin gözleri gibi...)

2.
Pat küt sesleri gördüm ilkin.Sonra duydum havaya kaldırılan yumrukları.Yüzümde duydum kan lekelerini,kemik çatırtılarını kokladım girişilen kavganın gürültüsünde.Duyularım girdi birbirine.Duyularım kavga etti algılamak için kavgayı.Niye mi?Dövüşenlerden biri kardeşimdi.Alt üst oldu dünyam.İki kişinin arasına dalmış,birinin dişini kırıp diğerinin kaşını yarmıştı.Sol yanağında üç hırpani tırnak izi vardı.Onu kavganın kucağından kaldırdığımda kelimeler girdi aramıza:
-mıstava naaptın len olim
-abi ilk onlar daglaştı
-gız meselesi mi len gözü körolmayasıca?deyer mi olim bi gıçı gırık için?yakışık alır mı sizin gibi goçyiğit delikanlılar?
-ikiye bir geldiler abi.delikanlı deyil onlar. erkek bilem deyil
-len ben diyom Ankaraaa sen diyon kıçım kara.töbe estaafurullah.künaha girdim akşam vakti.yürü len eve babam kulaklarını kopara da aklın başına kelir.
-anamı karıştırmayacaklardı abi.dil uzatmayacaklardı ölmüş kadının arkasından.
(Yutkundu Mustafa.)
-len mıstava?çok acıyo mu len?
(Kardeş işte!Yürek dayanmıyor ki...)

3.
-la geçen otobüste bi hatun gördüm Allahıma kitabıma taş.baktım beni kesiyo inceden.gittim yanına oturdum;
-dersanedeki kız nooldu la adı neydi?
-merve mi?
-yok la öbürküsü seçkin miydi neydi
-heeee seçil i diyon sen.o defter çoktan kapandı olim.
-ne çabuk amına koyum.sen de amma susak ağızlısın la
-la geldik saten Tışkapı'ya.tüümeye bas ta inek.yaarin anlatırım.arkası yaarin olim hehehe
-siktir la göt hayatı yalan puştun...

TIP.
Bir türlü alamıyorduk gözlerimizi pazar yerinin duvarına kırmızı boyayla yazılmış harflerin dışavurduğu natüralizmden:(aramasın seven gözler/o şimdi asker).Geveze bir suskunluk geçti aramızdan.Oysa lokantadaki diğer masalarda suskun gevezelikler sürüp gitmekteydi.
''Yeter!'' dedi.İrkildim.''Artık karıştırma.Şeker bile atmadın zaten.''

Umut K. varoş'tan bildirdi...

12 Nisan 2010 Pazartesi

ÇEK-İ DÜZEN

Bu kağıdın arkasında senin yüzün var;
Bastıramıyorum kalemi.
Çünkü ne içimde yazma isteği,
Ne de kollarımda gücüm var.
Ben siper kazan bir erim,
Sen savaşlar kazanan general.
Ne tuhaf değil mi sevgilim?
Ölüyoruz ikimiz de.
Bitiyor elbet gücümüz ve işimiz de.
Ne mutlu değil mi sevgilim?
Bilmiyoruz ikimiz de.
Bu kağıdın arkasında benim kanım var.
Evlenmek zorundayken
Ne haddime intihar?

hayal hokkası



Sanat yapmıyorum, edebi değilim,edepli hiç değilim..
Evimin köşesine sinmiş, en küçük harekette havalanıp askıya geçen toz zerrelciklerim var. Daha cumartesi kendileriyle hasbihal ettim.Fantastik film karelerine uzanan farklı boyutlarda sofbet ediyorum kendileriyle. Biraz dünyadan biraz ordan biraz da burdan..
Enrike devam et bebeyim..
'Aşkın bir sabun ise köpürt beni Pakize nidalarıyla gelen düşman askerleri Pakizenin hayin bir Rum büyücüsü Su-Elın olduğunu bilmiyorlardı. Su-Elın tüm zerafeti ve letafetiyle koca bir orduyu baştan çıkarmıştı...'
Yeter bebeyim,kelime dağlarına çıkamam ben!
Yükseklik korkum var.

Dün var,bugün yok.
Bi gün gömlek, kuştüyü kürk mürk kadife ceket -etek, öbür gün baldırı-çıplak Emine. Havanın tutarsızlığı benim kararsızlığımla birleşince ölüler ülkesinden gelen bütün ulakları baloya davet ediyorum gribal enfeksyonlar eşliğinde.
Çok statiğim bugün. Olan ve olabilicek tüm enerjim beyin damarlarıma nüfuz etti. Bir de kahve saldı ki bünyeye agrasyonu, gelde algıya laf geçir..Gözler pört pört.
Hallaam sen kötü emeli olan cücelermin ayaklarını yerden kes. Kes ki gerçek uçuş psikalarjilerini hapşıra hapşıra kussunlar.
Absürdizme şinorkellen değil artık dalış tüpleriyle yırtarak derinlerden dalıyorum . Resiflerim yosun bağlamış.
Rumba,Çaça,Flemenko derken Enrike şahidimdir; ürkünç korkunç kabuslarım oldu durup duruken..
Kötü şeyler taşıyorum,yaşıyorum sessiz sakin. Ağır gibi.
Ama gıram pişmanlık yok.
Filim izliyorum, Ortaçağ avrupasında geçiyo falan .. Neyse bi baktım bütün kadınların alnı kocaman kocaman, açık açık,tabak gibi. Meyerisem kadınlar kazırlarmış saçlarının ön kısmını alınları güzel görünsün diye.
ortaçağda kadınlarda alın kavramı çok önemliymiş sayın kişilik, estetiği asaleti bakirelliği zerafeti ve güzelliği simgelermiş...
Ne acayip diğ mi?
Günü bitirdim.
Ortaçağ cazibeli günler dilerim.

11 Nisan 2010 Pazar

UZAKTA OLAN

Sandım ki iki el bir köprü vardı..
Kandırmak kendini bir çocuğu kandırmak gibi masum, kolay ve gerçeklerden çok öte.
Alışıldık mekanlarda vardım kendime
Atlar, esmer adamlar, sırtlara alınan şallar vardı
Dışarda ani bir kış, yataklarda beklenmedik misafirler vardı.
Bir de sen ve ben vardık; hiç bir mekana sığmayan, üstünde her şeyin, korkunç hayal güçlerine uzanan, farklı başkentlerde başlayan.
Öylesine kendinden emin açıyordu ki papatyalar, koklamak bir somutluk olurdu solmaları için.
Zor, uzakta olandan kendine elbiseler biçmek, giyinmek sonra onları rengarenklermiş gibi
Nedenin cevabı çıkmaz sokaklara yollar yapmak, tıpkı
Atlar, esmer adamlar, sırta alınan şallar gibi.

8 Nisan 2010 Perşembe

İÇİNDEN BİR KUŞ GEÇİR SEVGİLİM

ben söylerdim
kırmızıya çalardı yüzünün rengi
görmesem de bilirdim
gülüşün yüzünde
acemice atılmış bir
dikişin güzelliğiyle
kanımı ısıtırdı
gülüşün uzak,
yollar uzun bu halimle bana
gülüşün yüzünde bir patlama
bir yıldızın kayması ansızın
gülüşün bir neşter kesiği yüreğimde
parmakların hesaba mı yarar yalnız
bulunur mu suçlusu yüzünün
bilinebilir mi güzelliğinin sorumlusu
parmakların ısırgan otu
bu kadar izsiz iken parmakların
ben söylerdim
yüzünün rengi kırmızıya çalardı
kıskanırdım yanağına değen kırmızıyı
bilirdim görmesem de
bunu bana ancak
aşkın yazdırırdı

bunları biliyor muydunuz?













HİPERREALİZM

(Fotogerçeklik-Aşırı Gerçekçilik)

Gerçeği kopyalama yöntemiyle’yok etme ‘ sanatı olarak tanımlamak doğru olur.
1960 lı yılların sonunda ortaya çıkan bu garip-acayip akım ilk Newyork semalarında Sanat Seviciler tarafından kabul edildi. Tabi ‘Arsız Sanat Aşırıcısı Fransız Burjuvatörleri akımı geliştirmiş ve akademik boyutlara taşımışlaR.Bu konu üzerine durmayeceğim bile..
Maksat azıcık güzel resim,heykel göstermek...


Tanım olarak Hiperrealizm; Metanın bir nevi fotoğraf çekim kalitesinde resmedilmiş görüntü kirliliği(!)
biR de şöyle biR söylenti vaR efenim; ‘Sosyalist Realizm’e karşı denge olsun diye yaratım aracı olarak çıkagelmiş.
Nesnel olarak bakıldığında doğru bir tespit.Sovyet Realizminin idealize ettiği biR takım yaşamsal değerleri kutsallık kazandırarak Kitlelerin bilincini etkilediği ortada. (Ki bu romantikleşmeden başka bir şey değildir)
Görüneni olduğu gibi kopyalayıp çürüten fotogerçeği HiperrealizmdiR ve sürrealizmin biR yerinede sığdırıR bilinçüstümüzü.
Hiperrealizmi incelediğimizde bir çok sanat akımının tersine insanı acımasızca metalaştırdığını görürüz.

Ayrıca en iyi 'gülen çocuk ağzı'nı capon animasyoncular yapar unutmayalım.
sAYGILARIMLA.

Muhazzilâne İlân


‘-Etrafımda gördüğüm herkes -ve- herşey birbirini taklit ediyoR, heRhangi 'şey'le anlamlı biR ilişki sürdüren kimse yok.
-Şiddet içermeyen biR eylemin öznesi olacağıma sevdiceğimin gözdesi olurum.
-Soyutu dışavururum, somutu içime gömerim.
-Eski olandan hoşlanmayan yeni(leR) denim.
-Kadınlara değişim referansları uygulayan yatay beden tacirlerini severim.
-Dünyayı ayağa kaldıracak orgazm nöbetlerine her zaman hazırım.
-Çok bilen cahillerin yanında susmaya değil doğmatiklere sığınıyorum;
Çünkü ben, yersiz biR cüce,umarsız bir hipopotam,soysuz bir düşman kadar alaycıyım.Bu yüzden işimde çok başarılıyım...’ Diyorsanız;
Voodo seyanslı,Çanakkale Fayanslı Etkinliklerle BirebiR İlgileniliR.


Kampanyalı Çözüm, Paket Program
*Aile Geçimsizliği
*Kayıp Eşya Çalınması-Bulunması
*Ruh-i Bunalımlı Sevgi-Muhabbet-Aşk
*Cin Çarpıklığı-Büyü Bozumu,Kafa Karışıklığı v.b. sorunlara anında çözüm!!

Sosyal-izalasyon Zemin Market

7 Nisan 2010 Çarşamba

zanlımca hayal tozu yuttum yanlışlıkla..


Ben küçükken akıllı sağlıklı şirin bi çocuktum. Maalesef hayat çetrefilli ağlarını örmüş,beni yaşamım boyunca garip kılacak bir sürü olaya dahletmiş. Sadece olayla kalmayıp obzesif takıntılarıma ortaya çıkarmış sayın okur.

Günlerdir düzenlemem gereken bir oda dolusu eşya ve yıkayıp ütülemem gereken kıyafetler görüyorum baktığım her yerde. Yaz- kış -bahar mevsim geçişlerinin seremonisidir ya hani..tek tek her şey temizlenir, düzenlenir, kaldırılır.İşte o saçma yıllık ayinler zamanındayım.

Alakasız bir yerden girelim Enrike,

Peki siz ütü yapmayı sever misiniz sayın okur?

Ben,şahsen bizzat kendim, çok severim.

Bazen tembellik edip ütülenecek giysileri bu küçük dağları ben yarattım kabilinden biriktirdiğim olur ama eninde sonunda kolları sıvayıp üstesinden gelirim hepsinin.

Misal ev işi hiç sevmem; süpürmek, toz almak, silmek.. Ütü yapmak dışında herşey gereksizdir benim için. Gecenin bir vakti ya da sabahın körüğünde ütü yapasımın geldiği vâkidir.Özel hazırlık yapıp kurduğum ütü masam,kahvemle sigaramla şarabımla yapmışlığım vardır hani..

Çocukluktan beri her işimi kendim yapmak zorunda olduğum için o zamandan kazanılmış bir beceri sanırım.Tabi buna beceri denilebilirse.
Bildiğimiz sabır esaslı sıcak hindu ayini..Ya da bebeklikten işlenmiş bir hanım-kız edası ?Halbise topaça benzeyen, sabit bakan bi bebek olduğumu anlatır annem.

Misal çamaşır, bulaşık ve dahi yemek de erinmemem gereken işler olmalı değil mi bu durumda? Ama yok! Şuvan tam şu esnada ütü yapma hayalini kuruyorum saçmalığın ötesinde. Triphop ritimlerinde hafif hafif ütü suyu buharıyla ısınaraktan, deterjan kokusunda kafayı bulup kaybolmak istiyorum. Aslında çok fazla üşümem ütü yapmayı sevmeme bi neden olabilir.İçerden baktığımda böyle.

Dışardan baktığımda ise;

Bir şeyleri düzeltebilmeyi seviyorum ben.

Benim sevdiğim yıkanmış temiz giysileri buhar tüten ütünün altında düzeltip, el içine çıkacak duruma getirmek.
Hayatımda üstesinden gelemediğim, düzeltemediğim pürüzlerin, kırışıklıkların acısını giysilerdeki pürüzleri, kırışıklıkları düzelterek çıkarıyorum.

Şimdi sabırsızca beklediğim; mesai bitimi evime gidip mis gibi kahvemle beraber ütü buharında düşlerimi hislerimi pürüssüzleştirip,soğuk kış sığınmalarını süreli ömürlü dolaplara kaldırmak...

Enrike bebeyim gidelim!

tekplanbencillik harita-sır...

Salyangözüm var benim.

Evcilleştirdim kendisini.Adını Enrike koydum. Tentaküllerine rüzgar gülü astım, güllerini de kekikten yaptım. Rüzgar estikçe döne döne kekik kokusu sarıyor etrafımı. Şimdi bile sardı.

Şuvan yağmur damlalı pencere camı arkasından içli hisli puslu bakıp, aklımdan geçen kekik kokusunun burun kılcalımdan sızarken verdiği hissiyatın derinliği ve yakıcılığına kaptırdım kendimi. Düş teknem oldu benim.


Bak Enrike;

Yargıç değilim,yargıyla aram iyi değildir,yargılanmaksa benimle aynı minderde oturamaz. kalkar giderim..Buna en son Sebastiyan gülmüştü hatırlarsan.. Evet bu yüzden cezalı,beni ölümle tehtit ediyor şimdilerde..Oysa ki bilyoruz yaşamın içindeki ölülerin nakşettiği düğümü..

Hayır!Öyle değil. Bak ne diyor olmayanın ifadesi; ölüm;‘varoluş’un vazgeçilmezi ve en kutsal parçası olduğu için yorum bile yapmayacağım..

Hakikat kimin umurunda Enrike. Gerçeğe batmış bir yaşamda Sebastiyan gibi mahkumsun. Bir hayale sığdırılmış..Şimdi pıratik düşünelim;iki esaret yarpışırsa özgürlüğü yaratabilr mi?

Su alabilir miyim lütfen.

Sır: saklı olan ,baş ağrıtan,sakladıkça büyüyen,çoğaldıkça can acıtan,dağıldıkça orospulaşan,sustukça arsızlaşan,yoğunlaştıkça güçsüzleşen ne menem bişi bu sır denilen.

kaç kişiyi ne kadar hangi zaman diliminde nasıl türettiği bilinmeden amaçsızca o kör kuyunun dibine iten. mahremiyeti hissizleştiren, insanı sessizleştiren sessizleştikçe kişiyi piçleştiren...

Şimdi sus Enrike. Konuştuklarımız aramızda kalsın. en mabedi düşlerimi, tapınaklarmı sunduğuma pişman etme. Hem bu kadar kalabalığın içerisinde olmuyor. Sakin olmalıyız.

Biliyorsunki bu bir kendi bencillik haritamızın insanlara ilk sunumu..Her şey yarım olmalı

Enrike törn bek

Sır: diğma çürüten,küf kokan, midemi bulandıran, beni benden alan, can-ı hiçe sayan, kemiklerimi sızlatıp,iliklerimi kurutan..

yazdıkça yaza yaza,

boğazımı sıka sıka

beynimi sike sike bu bahar gününe bağlayan tek cümle ’öldürürken gülümseten tek olüm donarak ölmektir.’

ah Enrike. kırıldın bak.

O kadar incinme dedim sana.

efendim?

Düş mü geldi? Dur o zaman kapımı açim en afilli türkümle.

Mercimek köfteli günler dilerim.

Posttükrük Posası

Kapıyı açtı küfrederek hem de “n’akadar seksistsin Lütfü” diyebilirdi; onun herkesi ezici bilgiye sahip arkadaşları bu küfre karşılık. O sırada onlar içinde yer edinmek umrunda bile değildi. Yeni bir şey fark etmişti o gün ve bu fark edişte bana bile kızgındı. Belki de küfrederken bahsettiği kişi benim annemdi. Yüzüme baktı sanki tükürür gibi. Öyle ki; ne olduğunu anlayamadan daha bakamadım yüzüne; kafamı çevirdim. Nasıl böyle olabildiğimi sordu, onu duymamak için nasıl bir ilaçla mutlu olabildiğimi, fişi takılmamış bir buzdolabının hiç mi hiç mi içimi acıtmadığını sordu. Çok düzgün bir diksiyona sahip olsa da bildiğin sıçıyordu ağzıma. Bir minicik burjuvanın çölde koşup da ilk defa suyu bulamamasına isyanıydı sanki. Aslında vicdan diye anlatıp durduğunun hiçbir evin gıcırdayan kapısına yağ sürmediğinden yakınıyordu. Sonra durdu, ağlamaya başladı ve “ben eşcinselim” diye bağırdı. Ben yanına gidip sarıldım, derin ve üstten bir ruh haliyle “olabilir tabii ki olabilir” dedikçe sinirlenip bağırıyordu. Beni itti. Ve o itişle birlikte lütfü mayoz bölünmeyle ikiye üçe beşe ayrıldı. Hiçbirisine yeni bir isim koymaya gerek yoktu. L1, l2,l3, l4...diyebilirdik onlara. Zaten isimsiz bırakılmış, çünkü hiç seslenilmemiş bu insanlar doğmamıştı bile bildiğimiz anlamda bir annenin karnından. Sanki hiç kimsenin çocuğu değillerdi, yaratık gibiydi onların hepsi. Kızgın, durmadan mide bulantısı yaratan, dolayısıyla bir kusmuğun içinde yaşamaya mahkûm edilen. Yanıma koştu Lütfü, diğerlerine bir dakika diyerek. “bak ben seni de çok sevdim, sana âşık olduğumu bile zannettim bir süre, en çok senin fotoğraflarına bakıp facebookta like rekorları kırdım ama olmuyor işte; görüyorsun. Ben senin şefkatinle yapamıyorum. Zamanında çok kavga çıkardık birlikte, market sıralarında, fatura kuyruklarında, muhtarlıkta, yılbaşında; gündelik adalet zırvaları üzerine bağırıp çığırdık. Ama ya bizim böylelikle kurduğumuz faşizm? Ya bizim birbirimizi sakinleştirmek ve aslında kuyrukta daha rahat duralım diye birbirimize söylediğimiz hoşgörüsel yalanlar? Ben seninle isyan edersem var olabiliyorum. Ama sen beni susturuyorsun artık. Bohem yaşam tarzına uygun Bülent Ortaçgil şarkılarınla şarap içiyorsun. Ben de oturmuş saçma sapan kitaplar yazıp, boynumda bana çekicilik katan fularımla imza günlerine gidiyorum. Bunların hiçbiri bizim o yırtık kumaşlara değmiyor. Biz sadece pelüş oyuncak yapıyoruz. Ama küçük ayı buggynin geceleri birini ısıttığı yalanı beni artık susturamıyor ve ben bu kuyrukta rahat duramıyorum. Rahat durmak istemiyorum çünkü. İçimdeki çoklukla geçen gün parka gittiğimizde kaydıraktan kaydık ve birbirimizi öptük permütasyonla dudaklarımızdan. O sırada biri gazete okuyordu ve manşette benim hasta olduğum yazıyordu. Buna inanarak yaşayamayacağım. Ardından tahterevalliye binemedim. Bedenimin kaç kişiye denk düştüğü üzerine kurulu bu oyuncaktan bile nefret ettim. Yeter bıktım tartılmaktan ve koca popomun sürekli birçok kişinin yerini aldığını düşünmekten. Ardından bu salak zayıflama sakızlarından çiğnemekten. Ben bundan sonra tüküreceğim, tükürerek zayıflarım belki de, vücudumun 3/4 ‘lük kısmı eksilse de, annem bakışıyla bana terbiyesiz velet dese de, birlerine göre daha çok hastane kuyruğunda yer almam gerekse de. Ve bunu yaparken tek ihtiyacım olan senin de her gün bana o mavi sürahiyle taşıyacağın tükürüğün. Biz bağırmadan duramayacağız. Asıl şimdi bir imgeye ihtiyacımız yok çünkü buluştuğumuz yer bir fatura kuyruğu ve numaratör her saniyede öldürülen insan sayısını veriyor bize” dedi. Ben de ağlıyordum salya sümük ve bu sefer mendil hiç mi hiç geçmiyordu aklımdan; Lütfü haklıydı biz kusmuğun içine batırılmışlar bir tükürükle kendimize geliyorduk. L1, l2, l3,l4...hep birlikte ışıksız bir odada tükürüyorduk.

YAPAYANLIŞ BİR ADAM

Başkası olmayı özlüyorum bazen
Sahnede kaybolup kendimi bulmayı
Susuyorum sonra
Yatıyoruz karın karına
Patlıyor diyafram nefesi
Ses çıkmıyor
Çıkmıyor coşkum belleğimden
Ve kinim fışkırıyor özlemimden
Bakıyorum sanata fuayemden düşmanca
İnsanca nefret ediyorum tiyatrodan
Ve tanrılar gibi seviyorum onu
Yazıyor kurguluyor arıyorum
Hayır dostum
Kapattım perdelerimi çoktan
Artık oynamıyorum

6 Nisan 2010 Salı

ORGANİZE PİYA(Z)A-MERSERİZE PLAZA

içtiğim kola biber,
geçtiğim meydan gazlı.
ben seni güldüren erkeklerden değilim
oysa tişörtüm esprili şakalı.
hayatım ikircikli,
zippom bile çakma.
içtiğim çay sallama,
göz rengim takma.
ben bir kırık salıncağım Kurtuluş Parkı'nda
hem sen bunun farkındasın
hem de polis farkında

3 Nisan 2010 Cumartesi

HAVAALANI

kan ağlar damarlarım
ilacım ağzındır bilirim-ama
buseni zerkedecek damarımı ararım
yaşayıp durmam hep bundandır
burnuna yaklaşınca burnum
ağzın arsızca aralanır
bu kadar açık konuşma kadın-yoksa
ağzına tünemiş tütün kokusu havalanır
çekme ağzımdan ağzını/ölürüm
ölürsem;hava alınır
yaşayıp gitmem hep bundandır

27 Mart 2010 Cumartesi

DENİZ KABUĞU, NAR ve ZEYNEP

Zeynep bile ağladı. Dün anlamış yapamayacak, ceplerini doldurmuş şehrin dört bir yanıyla, ilk defa bu kadar çocuk baktı, sakin anlattı, gitmeyelim dedi! Masanın üstüne yığdıkları “parçaları” toplayıp koyuldular yola. Nar kırmızı değildi beyaz çiçekleri vardı sadece elinde, adını hiç bilmiyordu beyaz çiçeğin öğrenmek istememişti, ya adını sevmiyorsa o zaman neden ona sen busun diyelim ki diye savunurdu coşkusuyla. Deniz Kabuğu’nun gözü takıldı narın coşkusuzluğuna, üçü ilk defa bu kadar bir arada ilk defa kendilerinden uzaktaydı. Deniz Kabuğu’nun aklına önceki gece gördüğü rüya geldi;


“ havaalanındaydılar kontroller yapılıyordu dış hatlarda, tüm alanı sarmış siren sesi kulakları işlevsizleştirecek nitelikteydi. Bagaj yükleri yerine insan yüklerine bakılıyordu, Zeynep geçti önce siren sesine bir de cihazın sesi eklendi, kırmızı gözlü bir görevli parçalarınızı azaltın diye bağırdı Zeynep hiç boş durur mu söylenip adamla kavgaya tutuştu Nar’a geldiğinde kırmızı gözlü görevli fırsat bilip bakın diğerinizde de sorun çıktı diyince Deniz Kabuğu’nu hiç denemediler bile üçü bir kenara geçip karar vermeliydiler ama liste uzun zaman kısaydı. Deniz Kabuğu ve Zeynep yorum yaparken Nar sadece başını sallayabiliyordu, nefesine birkaç koku sığdırabilmişti. Denemek için ufak bir başlangıç yapmaya karar verdiler, Deniz Kabuğu sağ elinin yarısını, Zeynep beş dişini, Nar ise memesinin bir parçasını kesip tekrar denediler, kırmızı gözlü polis cihaz ötünce aynı tona kavuşmuş sesiyle Nar’ın yanına gidip, bırak! diye bağırdı. Nar’ın korktuğunu gören Zeynep onu kurtarmak için saçlarını ve bacaklarını kesmeye başladı, Deniz Kabuğu yarım elini arıyordu saatçinin önünde ki yelkovanın üstünde bulup hızla Zeynep’in yanına koştu, yarım eli Zeynep’in boğazını sıkarak onu öldürdü, sonra Nar’a yöneldi kırmızı gözlü polisin elinden alarak defalarca kafasına vurdu yarım eliyle... birden tüm alanı bir koku kapladı, herkes büyülenmişti öyle ki siren sesini bir tek Deniz Kabuğu duyuyor gibiydi yanı başında bir ambulans olduğunu fark etti meğer eriyerek ölüyormuş doğaüstü görülmüş bu durum tüm ülke de alarm verilmiş.”


İçi sıkıldı rüyayı hatırlayınca kafasını dağıtmak için gazete almaya karar verdi hem yolda okurlardı, büfe de küt saçlı kadına parayı uzatmaya çalışıyordu ama kadın ısrarla görmezden geliyordu, sigara, sakız alan müşterilerden önce davranmasına rağmen bir türlü kabul ettiremedi sesini, eline takıldı gözü kan bulaşmış gibiydi, gazetede de kırmızı izleri görünce okudu manşeti “eriyen kadının sır perdesi: yetkililer hala durumu araştırıyor, alınan bilgilere göre eriyen kadın ölmeden önce; ‘görünen sadece bendim’ dedi.”

14 Mart 2010 Pazar

VE LÜTFÜ DE SAÇMALARDI BEN GÜLDÜĞÜM ZAMAN

Ben, sen varmışsın gibi yapsam da kaç yazar ki... O dolu bardak hiç boşalmıyor sonuçta. Ben “hadi sen de iç bu sudan” desem de hala bir tek benim dudak izim var o bardak kenarında. Üstelik bardak da masmavi ve bir denizi andırmadan duramıyor masamda. Ben o bardaktakini deniz suyu sansam kaç yazar ki... Hala beklediğimi düşündüğüm yerdeyim diyemem sana Lütfü.

Lütfü artık sinirleniyordu. Birden fırlattı bütün çivileri kafama. Ben bu sinirli haline güldüm kahkahalarla. Daha da sinirlendi. Bir daha da “nah bulursun böyle çivi” dedi... Sana “iç” dediğim bardaktan birkaç yudum aldı. Kızdım Lütfü’ye bir hayalin içine ettiği için. Onun siniri geçtiğinden; benim bağırışımı anlayışla karşıladı. “Hadi gel” dedi “birkaç tablo asalım da bu çivilerle bir iş yarasın; hem sen de kendini bir işe yaramış hissedersin”. Lütfü de kırıcı olurdu ben ağladığım zamanlarda. Ama sesimi çıkarmazdım ben. İnceden ima yapar da; anlamaz o çiviyi hiç durmaksızın kafana fırlattığını.

Aldık tabloları asmaya başladık birer birer. Lütfü annesinin portresini asmakta ısrarcı oldu; kıramadım ben de. Astık ama günlerce o portreye baktım ve kadının yüzündeki “ben öldüm siz hala bokun için kıvranın” ifadesine alışamadım. Lütfü’ye bunu söyleyince; “annem asla küfretmezdi” dedi. “Zaten gerek yokmuş bakışıyla ediyor” diyince tekrar kıyamet koptu ve bu olup bitenlerin hepsini ne kadar abartılı yaşadığımdan, aslında bana sen kimsin diye soranla beni levhanın altında bekletenin farklı kişiler olduğundan ve sonuçta benim hayal dünyasında yaşayan, bunlarla insanları etkilemeye çalışan bir salak olduğumdan bahsetti. Çok sinirlendiği için susmak zorunda kaldım ki zaten hala gözüme saplanmış duran çivinin acısı geçmemişti.

“Bitti mi?” dedim. “Hayır” diyip biraz daha eylemlilik kazanmamı, ellerimle hala bir şeyler yapabildiğimi gördüğüm zaman kalbimi düşünmekten vazgeçeceğimi söyledi. Ben bu sözlerinden sonra onun tam bir ‘nlp’ uzmanlığı yolunda ilerlediğini düşünerek bir daha konuşmama kararı aldım ve işte Lütfü ben sustuğum zaman başladı.

Aldı bütün kitaplarını ve hepsinin ilk cümlelerini ard arda bir kâğıda sıraladı. 1208 sayfa tuttu ve hemen tanıdığı bir yayıncıya gitti. Kitabı çıktı Lütfü’nün. ‘Çoksatanlar listesi’ne girdi. Artık benim yüzüme bile bakmıyordu. Önceden kapıları o açardı-hatırlarsınız elinde bir avuç çiviyle bitiyordu son yazı- bundan da vazgeçti, bir uşak tuttu kendine. Bu uşak ise, ne dediği hiçbir zaman anlaşılamayan, her sabah lütfünün kitabından okuduğu bir cümleyle beni günaydınlayan, böyle yaptığı için tutarsız fikirlere sahip olduğunu düşündüğüm biriydi. Bir sabah kalktığımda, “ben insanım, bu kaygılarım da geçer; yalan söyledim geçmez değişir” diyince soluğu Lütfü’nün odasında aldım. Öncelikle odasını anlatmam çok daha doğru olacak sanırım. Burası bir odadan çok bir akvaryumu andırıyor. Lütfü’nün de bir balığa benzediği ‘su götürmez’ bir benzetme zaten. Odanın sağ köşesinde bir oksijen motoru duruyor. Lütfü bir zamanlar arkadaşıyla konuşurken bu dünyada nefes alınamadığını, neredeyse balıklar gibi oksijen motoruna ihtiyacımız olduğunu duyunca; hiç de estetik olmayan bu oksijen motoru metaforundan hareket ederek, odasına koydu bunlardan bir tane. Bunun yanında pencere var ve annesi ölünce onun evinden aldığı bütün saksıları da pencerenin önüne koydu. Bu çiçekleri pek sevmem. Ama bir tane menekşe vardı-Lütfü bir gün sinirlenip yere atmıştı saksıyı, sonra “mor menekşe menekşe bizden size kim düşe” diyip bayılmıştı; bunu da sonra anlatacağım- onu çok severdim. İsim bile bulmuştuk buna: nedime. Bunun hiçbir hikâyesi yok. Lütfü bu ismi melodik bulmuştu o kadar. Odasının geri kalan kısmında çok da önemli bir şey yok. Şimdi anlatınca fark ettiğim üzere Lütfü’nün dışında bu odayı akvaryum yapan bir şey de yok. Olaya geri dönersek; lütfü’nün kapısına sertçe tekme attım. Kapı içeri göçtü; açılmadı ama o göçükten Lütfü’nün yatakta uzanan ayağını görebiliyordum. O sesle uyandı; ben de kapıyı açtım. “Ne oluyor, ayağın mı takıldı?” diye sorunca çok sinirlendim. Onun hiçbir zaman benim tepkilerimi anlayamadığını, soyut imgelerle dans ettiğim hayali pistte birden ışıkları açarak beni uyandıran kişi olduğunu söyleyerek suçladım onu. Lütfü geldi;sarıldı bana. Ben de hemen yumuşayıp çivilerin hepsini kullanıp kullanmadığımızı sordum. “Ağlıyor musun?” dedi, biraz duygulanmıştım ve haklıydı;ağlıyordum. Ardından çivilerin bir kısmının durduğunu söyledi. Ama bana vermeyecekmiş. “Her çivisi olana elbet bir çekiç bulunur; artık n’olur bırak bunları” dedi. Ben de “Haklısın ama son bir işimiz kaldı Lütfü” dedim.

Artık kendimizi ahşap bir evde görmemek için hiçbir neden yok. Sen içeridesin, ipek perdenin hemen önünde, güneş vuruyor yüzüne. Bir şeyler okuyorsun belki. Gözlerin güneş vurduğundan daha da bir mavi görünüyor. Lütfü gelmiyor bu defa aklıma. Elimde bir çivi var, evet, son kez belki de. Senin ismini ezberleyip asacağım duvara bu sefer. Altında beklemek için bu hayali resmi. Benim kimi beklediğim anlaşılsın ve Lütfü de vazgeçsin artık bu kişisel gelişim zırvalıklarından diye. Artık kişi de sen ol diye gel-işin de böyle olsun diye. Ben seni bekliyorum; ne bir imge kullanıyorum bu bekleyişte ne de bir soyut anlatım. Dümdüz seni bekliyorum, gülerek ve Lütfü saçmalıyor. Ama onu unutabiliriz bu resmin altında, daha çok anne rahmine dönmek gibi bu sıcaklık. Bunları söylerken; bu sefer hakikaten annem, özlem ve bu resim geçiyordu aklımdan.