25 Nisan 2010 Pazar

TERSKÖŞE YAZARI (DIRI DI DIT DIRIII,,,)

nefret e(K)-mek e-de-bil-mek kederlenebilmek gelebilmek gidebilmek hecelenmek ebelenmek debelenmek ve başkaları ve için ve çalışmak biten hayat su kuruyor avcumda bir ıslak bir nefes kelebeklenmek gece vakti ötüş mesai saatleri sersem sevgi ber-duş sinemasal aykırı ve farkında dalgın bazen boş bulunmak kasalarda banka nakit bir hırsızlık olayından şüphelenmenin beraberinde getirdiği dalgınlık kum saati tatili yok kimsesizliğin bir trt klasiği masal saati romantizmin cihan hakimiyeti eski bir yüzyıl özlemi dünyanın en güzel rejimini boz-yap tu-tu-tu kırk bir çeşit turşu bir kavanozda zalim bir kırbaç şaklasın dıgıdık kehribar muşambalarda yan yan yatan sansar derisi bir kot pantolon yıkanır durur şimdi gece bekçisi gölgeli bir dirayet örneği fotokopisi lazımmış bir ayakkabı boyacısına ya rahmetli olmuş muhtar sessiz bir öğleden öncesi terziyle tavladan bozma bir can sıkıntısına zar atarken gelip geçen bir kalp krizine denk gelivermiş sevdalı garip fırsat bu fırsat oturanlar başlamasın mı kiracı başlarına bir erken seçim telaşına uğursuz bir titrek kıskacında kurulmuş yengecimsi ne varsa paldır küldür kim ikileme kim yansıma anlaşılmayagür medet ya drogba keserler internetimizi vallaha bu kupon da yatarsa pisboğaz bir zil zurnalığa vurgun yemiş yemiş doymamış bir devasa rüyada sallanan bayrak göz yaşartıcı bilyeden sızan ışık gözbebeğime masal saati geldi çattı bak ne çok anlam varmış gündelik hayatta pek sık kullanmadığımız nemli bir ıska sıska ve uzun uzadıya @ götmail.com.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,.,,,,,,,

20 Nisan 2010 Salı

MIŞıl MIŞıl uykular

Ve itirafların zamanı gelmiş… İtiraf eden hiç olmamış! Bunca yıldır yapılan araştırmalar yetersiz kalmış, kimse kimsenin beynini okuyamazmış. Nedeni yokmuş bazen bir şeylerin zaten her şey bir varmış bir yokmuş… Günlerden Perşembe iken en büyük kararlar verilirmiş herkes o günü cumartesi sanarken. Belediye otobüs firmasında seyahat eden yolcular yolculukları uzunluğunda hayaller kurup evlerine döndüklerinde unuturlarmış. Unutkanlık her şeyin başı ve sonu olmuş – insanlık en çok bu yalana inanmış-. Kimse kimsenin boğazını sıkmazken herkes kendi boynuna ellerini dolamış, herkes morken kimse ölmezmiş. Beklememek için saatlerini bir saat ileri alan olmuş, kimliği belirsiz hırsızlar saatlerden o bir saati çalıp kendilerine gün kurmuş. Anlatım savaşı yapılmış alta kalanın canı çıkmış üstte kalanlar can çıkarmış. İnanmak isteyen bir kuş uçtuğuna bile inanamayıp çakılıp ölmüş, kuşlar fazla sorguladı diye açıklama yapmış. Demir çubuklar örgütlenmiş parmaklık olmuş. İnsan yanılmaz yanılsamalaştırılırmış bunu diyen bir erik ağacının altına gömülmüş. Mış’lı miş’li cümleler kurulmuş, rivayet demişler; gerçek olMUŞ!

t-u-z

Apartmanın önüne geliyorum.
Çecuk sesleri ve ağlama zırıltıları arasında kendime en makamsal sessizliği seçip yokuş yukarı çıkmaya başlıyorum.O an yokuş tırmamaktan garip bi haz aldığımı farkediyorum. Sevim Hanım dedikodularından öte 'mekan'sal olarak içeriden gelen bir ses dikkatimi çekiyo.. Yaşlı,yorgun,bilge bir ses ''Yıldız Böcüüü gibi ışılayaraktan gelen biri var. Öz olmaya bu? ''
Ananem.70 küsür yaşında. Küsür diyorum çünkü kaç yaşında olduğunu net olarak bilmiyorum.
Camla perdenin arasından bi kafa bana doğru uzanıyor. Küçük bi kahkaha sesiyle benim ''öz'' olduğuma kanaat getiriliyor.
Şımarık bi gülümseme uyduruveriyorum oracıkta yüzüme.
Apartmanın kapısı dııızt sesiyle işe yaramayan bir otomatik mekanizma sayesinde açıldığını sanıyor. Halbise küçük bi diz darbesiyle o dızzt sesi duyulmadan açmıştım kapıyı...
Şimdi az önce,bir kaç düş öncesinde,ses öncesinde;
Düşümde gördüğüm insanlarla karşılaştım kapıda..
Ve belkide son görüşümdü onları..
Her neyse..
Kendimi de görüyorum arasıra. Olağan şüpheli düşünceler içinde,ferforje demirlerin arasında bi örümcek ağı gibi sallanıyorum.
Arsız,Yüzsüz,Terbiyesiz bi insan gibi..
Neyseki Sevimli.
Keşmekeşi beden değil, ruh yaratmalı halbise..

19 Nisan 2010 Pazartesi

UNUTUŞ ve YOKOLUŞUN HİKÂYESİ

Kağıt yazısını kaybeder,
Silgi kaybeder kendisini.

16 Nisan 2010 Cuma

DON'T HURRY BE SORRY:DİZİ İZLER GİBİ İZLİYORUZ ANAHABER BÜLTENLERİNİ

Havada asılı kalmış gibiyiz sanki.Paraşütçüler gibi el ele tutuşup geçici daireler oluşturuyor,sonra ayrılıp savruluyoruz.Sürekli düşüyoruz sanki.Aşağıyı göremiyoruz,yukarıya bakamıyoruz ama öyle yavaş düşüyoruz ki farketmiyoruz düştüğümüzü ya da öyle hızlı düşüyoruz ki farketmiyoruz düştüğümüzü.Zaman duruyor belki.Kurtuluş Parkı'na kar yağıyor.Çoktan dökülmüş yapraklar çürüyor karın altında ve kabuk düşünce derisi yeniliyor kendini dünyanın.Hayır zamanın durduğu falan yok. Ne zaman bir fikir düşse aklıma,ne zaman kovalasam o fikri;saçmalığa çıkıyor bin umutla üstünde koştuğum yol.Bazı şeyleri anlamak istemezdim.Bazı şeyleri unutmayı,bazı şeyleriyse hiç yaşamamış olmayı isterdim.Ama istemek yetmiyor değiştirmeye işte.Pozitif düşünce işe yaramıyor.Onunla aptalları avutuyorlar.İnanmayın;alçakça yalan söylüyorlar.Öyle kitaplar yazıp satacaklarına pozitif düşünüp kazansınlar parayı.
Bir de utanmadan televizyona çıkıyorlar.Televizyon ne garip.Büyülü sanki.Büyülü ve korkunç.Her şey orada olup bitiyor.Birileri tetiği çekiyor,birileri ölüyor,biz seyrediyoruz.Sanki biri elimizi kolumuzu bağlamış gibi.Artık sadece söyleniyoruz.Homurdanıyoruz sadece.İsyanımız bir dakika bile sürmüyor.Sanki araya bir cam parçası girince yaşananlar gerçek olmaktan çıkıyor.Her şey bir GÖSTERİye dönüşüyor.Demek insan bu sayede hep seyirci kalabiliyor.

14 Nisan 2010 Çarşamba

LAF SALATASI Dr. EROS BEY'in ÖĞLE YEMEĞİ TRİBİDİR

1.
Hayvana benzemez leşim!
ölüm;
ne estetik bir kedi bedeninde.
alabildiğine sert,
görebilene ince.
ölüm tuhaf,
çürümek ise
kulağa ne hoş gelir şiire girince.
çatlağı bol,
yıkıldı yıkılacak duvar
makbuldür objektife.
ağacın yaşlısı,
mezarın toplusu gerek bilime.
ruh ne zaman üflenir bebeğe?
neyi arıyoruz bil!
''güzel''i
ölümde,çöküşte,
bitmekte bile
2.
sokağın karanlığı
titretir mürekkebi.
dürter romancıyı
yolların tenhası.
şehrin
terkedilmişi cezbeder yönetmeni.
aşkın acısı,hürriyetin bedeli ağır olanı
yazdırır şaire kendini.

bu kimin dramı?
bu ne melankoli?

art comedie
hayat trajedi...

13 Nisan 2010 Salı

1,2,3,TIP (VAROŞ'tan)

1.
-Aaannneee
-ne var len? ne böörüyon azgın it gibi?
-bi su at ta içek kıı
-viyh pok içesice sabahtan akşama tepin top peşinde
-hadi kıı çok susaştım valla
-al gözü çıkasıcaa
(Üçüncü katın penceresinden büyük bir hızla düşen şişe,toza saplanıp kaldı.Çalkalandı su köpük köpük,bir eniğin gözleri gibi...)

2.
Pat küt sesleri gördüm ilkin.Sonra duydum havaya kaldırılan yumrukları.Yüzümde duydum kan lekelerini,kemik çatırtılarını kokladım girişilen kavganın gürültüsünde.Duyularım girdi birbirine.Duyularım kavga etti algılamak için kavgayı.Niye mi?Dövüşenlerden biri kardeşimdi.Alt üst oldu dünyam.İki kişinin arasına dalmış,birinin dişini kırıp diğerinin kaşını yarmıştı.Sol yanağında üç hırpani tırnak izi vardı.Onu kavganın kucağından kaldırdığımda kelimeler girdi aramıza:
-mıstava naaptın len olim
-abi ilk onlar daglaştı
-gız meselesi mi len gözü körolmayasıca?deyer mi olim bi gıçı gırık için?yakışık alır mı sizin gibi goçyiğit delikanlılar?
-ikiye bir geldiler abi.delikanlı deyil onlar. erkek bilem deyil
-len ben diyom Ankaraaa sen diyon kıçım kara.töbe estaafurullah.künaha girdim akşam vakti.yürü len eve babam kulaklarını kopara da aklın başına kelir.
-anamı karıştırmayacaklardı abi.dil uzatmayacaklardı ölmüş kadının arkasından.
(Yutkundu Mustafa.)
-len mıstava?çok acıyo mu len?
(Kardeş işte!Yürek dayanmıyor ki...)

3.
-la geçen otobüste bi hatun gördüm Allahıma kitabıma taş.baktım beni kesiyo inceden.gittim yanına oturdum;
-dersanedeki kız nooldu la adı neydi?
-merve mi?
-yok la öbürküsü seçkin miydi neydi
-heeee seçil i diyon sen.o defter çoktan kapandı olim.
-ne çabuk amına koyum.sen de amma susak ağızlısın la
-la geldik saten Tışkapı'ya.tüümeye bas ta inek.yaarin anlatırım.arkası yaarin olim hehehe
-siktir la göt hayatı yalan puştun...

TIP.
Bir türlü alamıyorduk gözlerimizi pazar yerinin duvarına kırmızı boyayla yazılmış harflerin dışavurduğu natüralizmden:(aramasın seven gözler/o şimdi asker).Geveze bir suskunluk geçti aramızdan.Oysa lokantadaki diğer masalarda suskun gevezelikler sürüp gitmekteydi.
''Yeter!'' dedi.İrkildim.''Artık karıştırma.Şeker bile atmadın zaten.''

Umut K. varoş'tan bildirdi...

12 Nisan 2010 Pazartesi

ÇEK-İ DÜZEN

Bu kağıdın arkasında senin yüzün var;
Bastıramıyorum kalemi.
Çünkü ne içimde yazma isteği,
Ne de kollarımda gücüm var.
Ben siper kazan bir erim,
Sen savaşlar kazanan general.
Ne tuhaf değil mi sevgilim?
Ölüyoruz ikimiz de.
Bitiyor elbet gücümüz ve işimiz de.
Ne mutlu değil mi sevgilim?
Bilmiyoruz ikimiz de.
Bu kağıdın arkasında benim kanım var.
Evlenmek zorundayken
Ne haddime intihar?

hayal hokkası



Sanat yapmıyorum, edebi değilim,edepli hiç değilim..
Evimin köşesine sinmiş, en küçük harekette havalanıp askıya geçen toz zerrelciklerim var. Daha cumartesi kendileriyle hasbihal ettim.Fantastik film karelerine uzanan farklı boyutlarda sofbet ediyorum kendileriyle. Biraz dünyadan biraz ordan biraz da burdan..
Enrike devam et bebeyim..
'Aşkın bir sabun ise köpürt beni Pakize nidalarıyla gelen düşman askerleri Pakizenin hayin bir Rum büyücüsü Su-Elın olduğunu bilmiyorlardı. Su-Elın tüm zerafeti ve letafetiyle koca bir orduyu baştan çıkarmıştı...'
Yeter bebeyim,kelime dağlarına çıkamam ben!
Yükseklik korkum var.

Dün var,bugün yok.
Bi gün gömlek, kuştüyü kürk mürk kadife ceket -etek, öbür gün baldırı-çıplak Emine. Havanın tutarsızlığı benim kararsızlığımla birleşince ölüler ülkesinden gelen bütün ulakları baloya davet ediyorum gribal enfeksyonlar eşliğinde.
Çok statiğim bugün. Olan ve olabilicek tüm enerjim beyin damarlarıma nüfuz etti. Bir de kahve saldı ki bünyeye agrasyonu, gelde algıya laf geçir..Gözler pört pört.
Hallaam sen kötü emeli olan cücelermin ayaklarını yerden kes. Kes ki gerçek uçuş psikalarjilerini hapşıra hapşıra kussunlar.
Absürdizme şinorkellen değil artık dalış tüpleriyle yırtarak derinlerden dalıyorum . Resiflerim yosun bağlamış.
Rumba,Çaça,Flemenko derken Enrike şahidimdir; ürkünç korkunç kabuslarım oldu durup duruken..
Kötü şeyler taşıyorum,yaşıyorum sessiz sakin. Ağır gibi.
Ama gıram pişmanlık yok.
Filim izliyorum, Ortaçağ avrupasında geçiyo falan .. Neyse bi baktım bütün kadınların alnı kocaman kocaman, açık açık,tabak gibi. Meyerisem kadınlar kazırlarmış saçlarının ön kısmını alınları güzel görünsün diye.
ortaçağda kadınlarda alın kavramı çok önemliymiş sayın kişilik, estetiği asaleti bakirelliği zerafeti ve güzelliği simgelermiş...
Ne acayip diğ mi?
Günü bitirdim.
Ortaçağ cazibeli günler dilerim.

11 Nisan 2010 Pazar

UZAKTA OLAN

Sandım ki iki el bir köprü vardı..
Kandırmak kendini bir çocuğu kandırmak gibi masum, kolay ve gerçeklerden çok öte.
Alışıldık mekanlarda vardım kendime
Atlar, esmer adamlar, sırtlara alınan şallar vardı
Dışarda ani bir kış, yataklarda beklenmedik misafirler vardı.
Bir de sen ve ben vardık; hiç bir mekana sığmayan, üstünde her şeyin, korkunç hayal güçlerine uzanan, farklı başkentlerde başlayan.
Öylesine kendinden emin açıyordu ki papatyalar, koklamak bir somutluk olurdu solmaları için.
Zor, uzakta olandan kendine elbiseler biçmek, giyinmek sonra onları rengarenklermiş gibi
Nedenin cevabı çıkmaz sokaklara yollar yapmak, tıpkı
Atlar, esmer adamlar, sırta alınan şallar gibi.

8 Nisan 2010 Perşembe

İÇİNDEN BİR KUŞ GEÇİR SEVGİLİM

ben söylerdim
kırmızıya çalardı yüzünün rengi
görmesem de bilirdim
gülüşün yüzünde
acemice atılmış bir
dikişin güzelliğiyle
kanımı ısıtırdı
gülüşün uzak,
yollar uzun bu halimle bana
gülüşün yüzünde bir patlama
bir yıldızın kayması ansızın
gülüşün bir neşter kesiği yüreğimde
parmakların hesaba mı yarar yalnız
bulunur mu suçlusu yüzünün
bilinebilir mi güzelliğinin sorumlusu
parmakların ısırgan otu
bu kadar izsiz iken parmakların
ben söylerdim
yüzünün rengi kırmızıya çalardı
kıskanırdım yanağına değen kırmızıyı
bilirdim görmesem de
bunu bana ancak
aşkın yazdırırdı

bunları biliyor muydunuz?













HİPERREALİZM

(Fotogerçeklik-Aşırı Gerçekçilik)

Gerçeği kopyalama yöntemiyle’yok etme ‘ sanatı olarak tanımlamak doğru olur.
1960 lı yılların sonunda ortaya çıkan bu garip-acayip akım ilk Newyork semalarında Sanat Seviciler tarafından kabul edildi. Tabi ‘Arsız Sanat Aşırıcısı Fransız Burjuvatörleri akımı geliştirmiş ve akademik boyutlara taşımışlaR.Bu konu üzerine durmayeceğim bile..
Maksat azıcık güzel resim,heykel göstermek...


Tanım olarak Hiperrealizm; Metanın bir nevi fotoğraf çekim kalitesinde resmedilmiş görüntü kirliliği(!)
biR de şöyle biR söylenti vaR efenim; ‘Sosyalist Realizm’e karşı denge olsun diye yaratım aracı olarak çıkagelmiş.
Nesnel olarak bakıldığında doğru bir tespit.Sovyet Realizminin idealize ettiği biR takım yaşamsal değerleri kutsallık kazandırarak Kitlelerin bilincini etkilediği ortada. (Ki bu romantikleşmeden başka bir şey değildir)
Görüneni olduğu gibi kopyalayıp çürüten fotogerçeği HiperrealizmdiR ve sürrealizmin biR yerinede sığdırıR bilinçüstümüzü.
Hiperrealizmi incelediğimizde bir çok sanat akımının tersine insanı acımasızca metalaştırdığını görürüz.

Ayrıca en iyi 'gülen çocuk ağzı'nı capon animasyoncular yapar unutmayalım.
sAYGILARIMLA.

Muhazzilâne İlân


‘-Etrafımda gördüğüm herkes -ve- herşey birbirini taklit ediyoR, heRhangi 'şey'le anlamlı biR ilişki sürdüren kimse yok.
-Şiddet içermeyen biR eylemin öznesi olacağıma sevdiceğimin gözdesi olurum.
-Soyutu dışavururum, somutu içime gömerim.
-Eski olandan hoşlanmayan yeni(leR) denim.
-Kadınlara değişim referansları uygulayan yatay beden tacirlerini severim.
-Dünyayı ayağa kaldıracak orgazm nöbetlerine her zaman hazırım.
-Çok bilen cahillerin yanında susmaya değil doğmatiklere sığınıyorum;
Çünkü ben, yersiz biR cüce,umarsız bir hipopotam,soysuz bir düşman kadar alaycıyım.Bu yüzden işimde çok başarılıyım...’ Diyorsanız;
Voodo seyanslı,Çanakkale Fayanslı Etkinliklerle BirebiR İlgileniliR.


Kampanyalı Çözüm, Paket Program
*Aile Geçimsizliği
*Kayıp Eşya Çalınması-Bulunması
*Ruh-i Bunalımlı Sevgi-Muhabbet-Aşk
*Cin Çarpıklığı-Büyü Bozumu,Kafa Karışıklığı v.b. sorunlara anında çözüm!!

Sosyal-izalasyon Zemin Market

7 Nisan 2010 Çarşamba

zanlımca hayal tozu yuttum yanlışlıkla..


Ben küçükken akıllı sağlıklı şirin bi çocuktum. Maalesef hayat çetrefilli ağlarını örmüş,beni yaşamım boyunca garip kılacak bir sürü olaya dahletmiş. Sadece olayla kalmayıp obzesif takıntılarıma ortaya çıkarmış sayın okur.

Günlerdir düzenlemem gereken bir oda dolusu eşya ve yıkayıp ütülemem gereken kıyafetler görüyorum baktığım her yerde. Yaz- kış -bahar mevsim geçişlerinin seremonisidir ya hani..tek tek her şey temizlenir, düzenlenir, kaldırılır.İşte o saçma yıllık ayinler zamanındayım.

Alakasız bir yerden girelim Enrike,

Peki siz ütü yapmayı sever misiniz sayın okur?

Ben,şahsen bizzat kendim, çok severim.

Bazen tembellik edip ütülenecek giysileri bu küçük dağları ben yarattım kabilinden biriktirdiğim olur ama eninde sonunda kolları sıvayıp üstesinden gelirim hepsinin.

Misal ev işi hiç sevmem; süpürmek, toz almak, silmek.. Ütü yapmak dışında herşey gereksizdir benim için. Gecenin bir vakti ya da sabahın körüğünde ütü yapasımın geldiği vâkidir.Özel hazırlık yapıp kurduğum ütü masam,kahvemle sigaramla şarabımla yapmışlığım vardır hani..

Çocukluktan beri her işimi kendim yapmak zorunda olduğum için o zamandan kazanılmış bir beceri sanırım.Tabi buna beceri denilebilirse.
Bildiğimiz sabır esaslı sıcak hindu ayini..Ya da bebeklikten işlenmiş bir hanım-kız edası ?Halbise topaça benzeyen, sabit bakan bi bebek olduğumu anlatır annem.

Misal çamaşır, bulaşık ve dahi yemek de erinmemem gereken işler olmalı değil mi bu durumda? Ama yok! Şuvan tam şu esnada ütü yapma hayalini kuruyorum saçmalığın ötesinde. Triphop ritimlerinde hafif hafif ütü suyu buharıyla ısınaraktan, deterjan kokusunda kafayı bulup kaybolmak istiyorum. Aslında çok fazla üşümem ütü yapmayı sevmeme bi neden olabilir.İçerden baktığımda böyle.

Dışardan baktığımda ise;

Bir şeyleri düzeltebilmeyi seviyorum ben.

Benim sevdiğim yıkanmış temiz giysileri buhar tüten ütünün altında düzeltip, el içine çıkacak duruma getirmek.
Hayatımda üstesinden gelemediğim, düzeltemediğim pürüzlerin, kırışıklıkların acısını giysilerdeki pürüzleri, kırışıklıkları düzelterek çıkarıyorum.

Şimdi sabırsızca beklediğim; mesai bitimi evime gidip mis gibi kahvemle beraber ütü buharında düşlerimi hislerimi pürüssüzleştirip,soğuk kış sığınmalarını süreli ömürlü dolaplara kaldırmak...

Enrike bebeyim gidelim!

tekplanbencillik harita-sır...

Salyangözüm var benim.

Evcilleştirdim kendisini.Adını Enrike koydum. Tentaküllerine rüzgar gülü astım, güllerini de kekikten yaptım. Rüzgar estikçe döne döne kekik kokusu sarıyor etrafımı. Şimdi bile sardı.

Şuvan yağmur damlalı pencere camı arkasından içli hisli puslu bakıp, aklımdan geçen kekik kokusunun burun kılcalımdan sızarken verdiği hissiyatın derinliği ve yakıcılığına kaptırdım kendimi. Düş teknem oldu benim.


Bak Enrike;

Yargıç değilim,yargıyla aram iyi değildir,yargılanmaksa benimle aynı minderde oturamaz. kalkar giderim..Buna en son Sebastiyan gülmüştü hatırlarsan.. Evet bu yüzden cezalı,beni ölümle tehtit ediyor şimdilerde..Oysa ki bilyoruz yaşamın içindeki ölülerin nakşettiği düğümü..

Hayır!Öyle değil. Bak ne diyor olmayanın ifadesi; ölüm;‘varoluş’un vazgeçilmezi ve en kutsal parçası olduğu için yorum bile yapmayacağım..

Hakikat kimin umurunda Enrike. Gerçeğe batmış bir yaşamda Sebastiyan gibi mahkumsun. Bir hayale sığdırılmış..Şimdi pıratik düşünelim;iki esaret yarpışırsa özgürlüğü yaratabilr mi?

Su alabilir miyim lütfen.

Sır: saklı olan ,baş ağrıtan,sakladıkça büyüyen,çoğaldıkça can acıtan,dağıldıkça orospulaşan,sustukça arsızlaşan,yoğunlaştıkça güçsüzleşen ne menem bişi bu sır denilen.

kaç kişiyi ne kadar hangi zaman diliminde nasıl türettiği bilinmeden amaçsızca o kör kuyunun dibine iten. mahremiyeti hissizleştiren, insanı sessizleştiren sessizleştikçe kişiyi piçleştiren...

Şimdi sus Enrike. Konuştuklarımız aramızda kalsın. en mabedi düşlerimi, tapınaklarmı sunduğuma pişman etme. Hem bu kadar kalabalığın içerisinde olmuyor. Sakin olmalıyız.

Biliyorsunki bu bir kendi bencillik haritamızın insanlara ilk sunumu..Her şey yarım olmalı

Enrike törn bek

Sır: diğma çürüten,küf kokan, midemi bulandıran, beni benden alan, can-ı hiçe sayan, kemiklerimi sızlatıp,iliklerimi kurutan..

yazdıkça yaza yaza,

boğazımı sıka sıka

beynimi sike sike bu bahar gününe bağlayan tek cümle ’öldürürken gülümseten tek olüm donarak ölmektir.’

ah Enrike. kırıldın bak.

O kadar incinme dedim sana.

efendim?

Düş mü geldi? Dur o zaman kapımı açim en afilli türkümle.

Mercimek köfteli günler dilerim.

Posttükrük Posası

Kapıyı açtı küfrederek hem de “n’akadar seksistsin Lütfü” diyebilirdi; onun herkesi ezici bilgiye sahip arkadaşları bu küfre karşılık. O sırada onlar içinde yer edinmek umrunda bile değildi. Yeni bir şey fark etmişti o gün ve bu fark edişte bana bile kızgındı. Belki de küfrederken bahsettiği kişi benim annemdi. Yüzüme baktı sanki tükürür gibi. Öyle ki; ne olduğunu anlayamadan daha bakamadım yüzüne; kafamı çevirdim. Nasıl böyle olabildiğimi sordu, onu duymamak için nasıl bir ilaçla mutlu olabildiğimi, fişi takılmamış bir buzdolabının hiç mi hiç mi içimi acıtmadığını sordu. Çok düzgün bir diksiyona sahip olsa da bildiğin sıçıyordu ağzıma. Bir minicik burjuvanın çölde koşup da ilk defa suyu bulamamasına isyanıydı sanki. Aslında vicdan diye anlatıp durduğunun hiçbir evin gıcırdayan kapısına yağ sürmediğinden yakınıyordu. Sonra durdu, ağlamaya başladı ve “ben eşcinselim” diye bağırdı. Ben yanına gidip sarıldım, derin ve üstten bir ruh haliyle “olabilir tabii ki olabilir” dedikçe sinirlenip bağırıyordu. Beni itti. Ve o itişle birlikte lütfü mayoz bölünmeyle ikiye üçe beşe ayrıldı. Hiçbirisine yeni bir isim koymaya gerek yoktu. L1, l2,l3, l4...diyebilirdik onlara. Zaten isimsiz bırakılmış, çünkü hiç seslenilmemiş bu insanlar doğmamıştı bile bildiğimiz anlamda bir annenin karnından. Sanki hiç kimsenin çocuğu değillerdi, yaratık gibiydi onların hepsi. Kızgın, durmadan mide bulantısı yaratan, dolayısıyla bir kusmuğun içinde yaşamaya mahkûm edilen. Yanıma koştu Lütfü, diğerlerine bir dakika diyerek. “bak ben seni de çok sevdim, sana âşık olduğumu bile zannettim bir süre, en çok senin fotoğraflarına bakıp facebookta like rekorları kırdım ama olmuyor işte; görüyorsun. Ben senin şefkatinle yapamıyorum. Zamanında çok kavga çıkardık birlikte, market sıralarında, fatura kuyruklarında, muhtarlıkta, yılbaşında; gündelik adalet zırvaları üzerine bağırıp çığırdık. Ama ya bizim böylelikle kurduğumuz faşizm? Ya bizim birbirimizi sakinleştirmek ve aslında kuyrukta daha rahat duralım diye birbirimize söylediğimiz hoşgörüsel yalanlar? Ben seninle isyan edersem var olabiliyorum. Ama sen beni susturuyorsun artık. Bohem yaşam tarzına uygun Bülent Ortaçgil şarkılarınla şarap içiyorsun. Ben de oturmuş saçma sapan kitaplar yazıp, boynumda bana çekicilik katan fularımla imza günlerine gidiyorum. Bunların hiçbiri bizim o yırtık kumaşlara değmiyor. Biz sadece pelüş oyuncak yapıyoruz. Ama küçük ayı buggynin geceleri birini ısıttığı yalanı beni artık susturamıyor ve ben bu kuyrukta rahat duramıyorum. Rahat durmak istemiyorum çünkü. İçimdeki çoklukla geçen gün parka gittiğimizde kaydıraktan kaydık ve birbirimizi öptük permütasyonla dudaklarımızdan. O sırada biri gazete okuyordu ve manşette benim hasta olduğum yazıyordu. Buna inanarak yaşayamayacağım. Ardından tahterevalliye binemedim. Bedenimin kaç kişiye denk düştüğü üzerine kurulu bu oyuncaktan bile nefret ettim. Yeter bıktım tartılmaktan ve koca popomun sürekli birçok kişinin yerini aldığını düşünmekten. Ardından bu salak zayıflama sakızlarından çiğnemekten. Ben bundan sonra tüküreceğim, tükürerek zayıflarım belki de, vücudumun 3/4 ‘lük kısmı eksilse de, annem bakışıyla bana terbiyesiz velet dese de, birlerine göre daha çok hastane kuyruğunda yer almam gerekse de. Ve bunu yaparken tek ihtiyacım olan senin de her gün bana o mavi sürahiyle taşıyacağın tükürüğün. Biz bağırmadan duramayacağız. Asıl şimdi bir imgeye ihtiyacımız yok çünkü buluştuğumuz yer bir fatura kuyruğu ve numaratör her saniyede öldürülen insan sayısını veriyor bize” dedi. Ben de ağlıyordum salya sümük ve bu sefer mendil hiç mi hiç geçmiyordu aklımdan; Lütfü haklıydı biz kusmuğun içine batırılmışlar bir tükürükle kendimize geliyorduk. L1, l2, l3,l4...hep birlikte ışıksız bir odada tükürüyorduk.

YAPAYANLIŞ BİR ADAM

Başkası olmayı özlüyorum bazen
Sahnede kaybolup kendimi bulmayı
Susuyorum sonra
Yatıyoruz karın karına
Patlıyor diyafram nefesi
Ses çıkmıyor
Çıkmıyor coşkum belleğimden
Ve kinim fışkırıyor özlemimden
Bakıyorum sanata fuayemden düşmanca
İnsanca nefret ediyorum tiyatrodan
Ve tanrılar gibi seviyorum onu
Yazıyor kurguluyor arıyorum
Hayır dostum
Kapattım perdelerimi çoktan
Artık oynamıyorum

6 Nisan 2010 Salı

ORGANİZE PİYA(Z)A-MERSERİZE PLAZA

içtiğim kola biber,
geçtiğim meydan gazlı.
ben seni güldüren erkeklerden değilim
oysa tişörtüm esprili şakalı.
hayatım ikircikli,
zippom bile çakma.
içtiğim çay sallama,
göz rengim takma.
ben bir kırık salıncağım Kurtuluş Parkı'nda
hem sen bunun farkındasın
hem de polis farkında

3 Nisan 2010 Cumartesi

HAVAALANI

kan ağlar damarlarım
ilacım ağzındır bilirim-ama
buseni zerkedecek damarımı ararım
yaşayıp durmam hep bundandır
burnuna yaklaşınca burnum
ağzın arsızca aralanır
bu kadar açık konuşma kadın-yoksa
ağzına tünemiş tütün kokusu havalanır
çekme ağzımdan ağzını/ölürüm
ölürsem;hava alınır
yaşayıp gitmem hep bundandır