14 Mayıs 2012 Pazartesi

Baba Olmuş Gidiyorsun!

Öyle uzun zaman olmuş ki susalı, şimdi nasıl konuşulur Lütfü'yle bilmiyorum. Kapı çalıyor, açıyorum, huşu içinde güleç bir Lütfü yüzü beni karşılıyor. Daha doğrusu ben onu karşılıyorum. Elinde bir çocuk. Anlaşılan Lütfü bir baba. Bebeklere karşı konulamaz şevkatimle onu kucağıma alıp, başlıyorum agucuk gugucuk diye sevmeye. Lütfü gülüyor bu halime, ya da onun haline. Sonra büyüyor o kızcağız. Lütfü kızgın bir baba. Çocuğuna saati sorup cevabını alamayınca başlıyor bıdı bıdı etmeye. Onu kapatıyor bir odaya, kızcağızın elinde saat üzerine çizilmiş rakamlar, uğraşıyor ezberlemeye. Ağlıyor da ağlıyor. Yapma lütfü diyorum, öğrenir zamanla hem saati öğrenmese kaç yazar, illa ki belletirler dünya saatini ona. İkna olmuyor, vazgeçmiyor,kendinde taşıdıklarını unutmuyor; inat ediyor kızcağıza saati öğretmeye. Günlerce ağlıyor odalarda kızcağız. Öğreniyor da saati hem de Londra, New York, Paris... Bütün saatleri, zamanları öğreniyor. Ama ne zaman ki bi ölmek düşüyor kızcağızın aklına; işte o zaman anlıyor Lütfü'nün de bir ölümlü olduğunu. Başlıyor babacığına ağlamaya, sonra mutfaklar, salonlar, mahalleler ve sokaklar geçiyor ve ona hiçbir şey bir ölüm kadar zamanı belletmiyor. Ama lütfü bu, bir gaddar bir gaddar; vazgeçmiyor kızcağızı ağlatmaktan. Ölüm diyor, korkuyorum diyip ağlıyor, Lütfü “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” diyor, “ağlama kızım” diyor “ şşşş, ama kocaman kız oldun diyor”. Lütfü bunları söylerken en çok o kızın minicikliğini, onu sevdiğini- biraz da zorunda olduğu için sevdiğini-zamanı, geçen günleri, ona babalar gününde yaptığı resimleri, yazdığı şiirleri unutuyor. En iyi o biliyor ya saati üzerindeki rakamları hatta çeşitli zamanları, saatin duvara asıldığında çivinin nasıl çakılması gerektiğini, evde tamirat yaparken ne kadar sinirlenirse o kadar terledğini, o terin başka birinden daha geldiğini görmeden rahat etmeyeceğini... Aslında ne çekilmez bir Lütfü olduğunu, Lütfü nün aslında her şey olduğunu, kendini her şey sandığını ve o küçük, büyük kızcağızı her azarladığında her kadını, anneyi, anne olmayanı, bekarı ,evliyi, işliyi, işsizi, mutsuzu ve bilhassa mutluyu ne kadar mutsuz, pişman, hatta doğduğuna pişman, doğurulduğuna küfreden biri haline getirdiğini en iyi o bilir. En iyi o. Ben şimdi bunca Lütfü'den ve pişmanlıktan sonra ne diyeceğimi hakikaten bilemiyorum. Çünkü ben bazen o küçük kızcağız, bazen Lütfü oluyorum. Çok daha beteri birbirimize karşı öfkemiz beni bitiriyor. Sıkılmaz bir sivilce, açılmaz bir kapak gibi duruyorum birilerinin önünde. Ne seni affediyorum ne kendimi seviyorum. Dönüp baktığımızda mutlu bir film bulamıyorum bizi anlatacak. Şimdi ben çok sessiz susuyorum, senin yaptıklarından utanıyorum ve çok da unutuyorum. Ama unutamadıklarım unuttuklarımı yeniyor, her mutsuz anımda seni suçluyorum. Sonra başka kızcağızların Lütfü'sünü, başka Lütfü'lerin kızcağızlarını soruyorum sana duyurmadan. Ve ben, her zamankinden daha çok korkuyorum!