20 Mayıs 2010 Perşembe

GİTMEMİŞ LÜTFÜ'YE MEKTUP


Sevgili Lütfü;

Uzun zamandır sana yazamadım. Çünkü o beni aşağılarken kullandığın ilaç bağımlısı deyişi vardı ya; hala ona uygun olarak o ilaçlardan kullanıyorum. Yanlış anlama; bunları kullanırken hiçbir şey hissetmiyor değilim. Sadece bir şey birikmiyor içimde, dolayısıyla taşmıyor da.
Yazdıklarımı okuduktan sonra “sen en iyisi bir tek mektup yaz” demiştin ya, o zamandan beri hiçbir şey yazmıyorum. Bu mektuba bir zarf bulamayacağım gibi, anlamlı bir bütün olacak cümle de bulamıyorum.
Ama seni çok özledim.
Yazı yazamazken bile ‘Sevgili Lütfü’ye sığınıyorum yine.
Sen kör olduğundan beri benim de bir şey göresim gelmiyor. O yüzden gözlük takmıyorum artık, doktor kızdı geçen gün kontrole gittiğimde. Astigmatım artmış; öyle dedi.
Bir okyanus vardı hatırlar mısın, birlikte bikini giydiğimiz ve rüzgârda durup da ardından menenjit olduğumuz. Bir okyanus menenjit etmezdi ta ki biz girene kadar. Şimdi bir çocuk doğuyor ve adı rüzgâr ve kimse onun menenjit olabileceğini düşünmeden yaşıyor. Oh ne ala...
Anneannemin adı Muallâydı ve ne zaman bu espri yapılsa çok öfkelenirdi. Bunun bir küfür olduğunu bile düşünmüştüm bir zaman. Oysa şimdi ne zaman Mualla desem bir ağlamak başlıyor bende- ki Mualla hicaz makamında oldukça içli bir parçadır. Birçok adı vardı onun ve 78 yaşında mahkeme kısalttı adını, o yüzden öldüğünü düşünmüştüm bir süre. Değilmiş. Ölmeye karar vermişti demişti annem. En son hangi şarkıyı dinlemek isterdi diye düşünüyorum çoğu zaman. Şimdiyse onun habersiz olduğu bir parça çalıyor; adı neden Mualla olmasın bu kemençenin.
Lütfü sen bu hikâyeyi bilmezsin: ben çok küçükken bir amcayla teyze-amcada Rıfat tipi vardı adını hatırlamıyorum şimdi- bize yemek veriyordu; alırken yanlışlıkla ayağına çarptım. 1 hafta sonra ölüm haberi geldi ve benim vuruşumdan dolayı öldüğünü düşünerek çok üzüldüm; hatta kimseye söyleyemedim cinayetten tutuklanırım diye. Sen içeri girdiğinde de bunun böyle anlatılacak bir hikâye olduğunu sanmıştım. Bu arada sen çıktığında ben ağlamıştım çok. Sana yalan söyledim ağlamadım diye. Şimdi ise ağlayamıyorum o ilaçlardan dolayı. Hiç gözyaşı uğramadı bana birkaç aydır.
Senden uzaktayken seni çok aradım. Seninle küfrettiğimiz kişileri bile özledim. Onları da aradım gizli numaradan. Yeniden bir bira keyfine dalar mıyız diye geçti aklımdan. Sonra bir sürü insanın ölüm haberi geldi bana; kendi ölümümü hatırlatmadı hiç biri. Ama senin öldüğünü düşünüp ağladım gecelerce. Ben gittim ki aslında bana göre gelmiş de oluyorum. Sen yeni bir şeye başladın mı hiç? Hiç yeniden gelmemi istediğin oldu mu? Şimdi deli gibi yağmur yağarken burada, havadan sudan bile konuşamıyoruz seninle. Aynı gökyüzü mü ki baktığımız. Ben sana bir yıldız yolladığımda sana ulaşacak mı ki? Burada bir yıldız kaydığında sizin oraya düşecek; dilek tut diyeyim mi sana? Yeni birilerini gördüğümde ben yine âşık oldum diyeyim mi sana? Yataklı trenle sana bütün hikâyelerimi yollayayım mı? Burada bir nar kırıp senin evine bereket getireyim mi? Bobo gol attığında tokuşturduğum biranın köpüğünü sana uçurayım mı? Başıma gelen saçma bir olaya şarkı yazdığımda plakçılar çarşısına gidip sana yeni bir albüm doldurayım mı? Çektiğim fotoğrafları bastırırken sana kumaş kumaş makine dikeyim mi? Senin sesini duyayım diye BBC’yi açayım mı? Geldiğin yerleri öğrenmek için tüm yörelerden halk oyunları ekibine katılayım mı? Sen kimlerlesin bileyim diye bütün KPDS kitaplarını çözeyim mi? En fenası yokluğuna ağladığımı gör diye bir kaba gözyaşımı dökeyim mi, boş odalarda tükürürken bir de yokluğuna tüküreyim mi?
Bunları anlamak için birinin yokluğu lazımdı. O sen oldun. Senin için de ben. Şimdi diyorum ki ah keşke kapı çalsa da elinde nar taneleriyle geliversen...

18 Mayıs 2010 Salı

İKİNCİ DÜNYA ATLASI

Saçlarım eksilmiş yerlerde toplayamıyorum ne kadar da dağınık bu şehir
Ankara aşkın yaşanacağı son şehir çünkü eskidi diye müzeye kaldırıldı gördüm ben götürülürken ama hiç ağlamadım(!) biliyordum
Biliyordum ki kabullenemeyecektim oturdum güvercinli parka saatlerce ağladım
Kendini kötü hissedersin diye portakal sıkıyordu bir amca içtim hiç iyi gelmedi
Geçtim piyanomun başına parmaklarımı gördüm bir daha üzüldüm bir daha ağladım
Ankara’da parmaklar piyano çalmak dışında yasaklandı
O günü hiç unutmam babam biliyordu parmaklara ne kadar da önem verdiğimi, söylemek için piyano almıştı üstelik aynı babam birkaç kez o parmaklarımı kesmeme neden olmasına rağmen…

Bunlara inat almadım biletimi; “bir adayı düşlerken müze oluyordu Ankara, babam her gün bir parmak hediye ediyordu bana, bir anda aşık oluyordum binlerce parmağı olan çocuklar doğuruyordum sonra onlar bir başkasını, şehir orgazm rekorlarına yenilerini katıyordu, her gün yeni bir çatı katında kalınıyor, sadece blues dinlerken ağlıyor, en çokta gülünüyor çığlıklar atılıyor, sözlüklerden tüm tekil çoğul şahıslar siliniyor, Napolyon bir palyaço olarak tanınıyordu…”

Aldım çünkü gerçekliğim karışıyordu. Müzenin kapısı yoksa ve herkes on diye sayıyorsa parmaklarını, pastanelerde kertenkeleler yoksa ve piyano icat edilmemişse, aynı dildeyiz diye anlaşmış mı oluyorduk.

Ankara gri değil deniz var ben gördüm!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BİR GÖZLERİN AŞKIN

Bir gözlerin düşlüyorum şimdi.Şimdi şimdi.Hemen bu akşamüstü.Bir gözlerin düşlülerdi.Düşüncelilerdi bir gözlerin ve akşama içkin.Ben mi?Eridim rakıda buz gibi bu akşamüstü.Kaydım trabzanlardan çocuk poposu gibi şimdi.Aşağı tükürdü beni bir ergen sıkıntılı vapur yolculuklarında.Aşağı denize şimdi.Bıçağın sıyırdığı balık pulu misali ereksiz ve gereksiz kal'a kaldım dünya üzerinde ben.Ben var ya ben.Ben bir gözlerinsiz.Bir gözlerin gelince ben öttüm düdük gibi inceden.Çaldı kovuk koyak bir hınzır bahar sisi sabahın kör vakti ya hayırdır ne çoğu kalmış akşama bundan hemen şimdi.Ha meğer bir gözlerin engel olmuş bana.Bir gözlerin tutmuş beni;girmemişim sarhoş sarhoş kavgalara. Ben ulamışım bir gözlerini kara bir çift gölge gibi insan ayaklarına.Niyetim nerede benim şimdi?Bir tutam simit,bir simit susam,sussam unutsam seni.Seni bağırsam akşam akşam.Seni bulsam kollarımda hemen şimdi.Ama bulamam.Bulamam bilirsin.Meşgulüm şimdi şimdi.Hemen bu akşamüstü vapur yutan bir sisti,sarhoşluk gibi bir histi bir gözlerin akşamdan aşkın. O bir gözlerin ki pek bi düşüncelilerdi.Meşgulüm bulamam.Bir gözlerin düşlüyorum şimdi.

16 Mayıs 2010 Pazar

PARANOYA DEFTERİ

Başka Bir Gün

Sanki bir savaşın ortasındayım az tebessüm, az uyku, çok yol, çok düşünce... Oysa şehirde tek bir kare bulamamıştım çekilecek, bir çocuğu ise yalnızca aklımın fotoğraflarına ekleyip geçtim yanından gülümseyerek: Çalıya oturmuş, çalının bir dalını pedal yapmış bir dalını vites, ağzında bir araba horultusu damalı bayrağa son sürat gidiyordu.

Bir Gün

Aşık kemiği, ayak bileğinin dış kısmındaki yuvarlak kemikmiş. Umut'tan öğrendim bunu. Aynı yerden çıkardım gene aşık kemiğini dedi bana. Ben attım oysaki aşık kemiğinin 'ı'sını okurken. Aşk kemiği oldu. Geçmiş olsun demem gereken yerde hep aynı yerden çıkıyor dedim Adem'den beri... Belki de gerçekten Adem'den beri bedenimizden bir kemik çıkartıyoruz her aşkta. Acısı, sancısı bu yüzden belki de... Tabi ki sevinci de - mutlaka sevinmiştir Adem, Havva'yı görünce.

Başka Bir Gün

Hep bir ipin ucundan tutup çekerken yalnızca ipin diğer ucunu buluyorum. Masallar kahramanlar oyuncaklar beklerken, çıkara çıkara şüphe çıkarıyorum ortaya, kendimden başlayıp hayata uzanan bir şüphe: Her şeyi ben yapmış olamam ya, sesler, tavırlar, müzikler, hikayeler, uyumalar, hırıltılar. Çizgi filmdeki sarı küçük kuş geliyor aklıma: Bir kedi gördüm sanki!

4 Mayıs 2010 Salı

KÖSTEBEKLER GÖRMEDEN SEVİŞİR

eski bir gece asılı şimdi duvarımda.nisan temalı tabloda gözyaşların eksik.nemi bitmiş bir yatakodasında nasıl olur da yeşerir eski bir evlilik?otobüsler duracak şehrin caddelerinde.ne sigaralar bitecek beklerken.huysuz gemicilerin yumrukları inecek ahşap masalara şarkılar söylerken sarhoş ağızlar.bitmeyecek sorgu-sual.ne ürkünç geçmişlerimiz oldu seninle sahi.elleyemediğimiz geçmişler hem de.sen bir termosa benzerdin nemsiz gecelerde.içine nefret düşse soğuk,sevgi düşse sıcak tutardın.film afişlerine muhtaç,rutubetli ve çatlak duvarlar bir bir gelirler insanın üzerine.bir tabuta tıkılıp kalmak girer rüyama.gözlerimi hangi manzaraya emanet etsem iki dakka soğuyuverir çayım.kevgire dönmüş tipsiz kağıtlardan yapılma tipsiz gemiler anamı beller bir tarihi esere benzer ya bazen bir kuşa yarasa adını koyma onuruna erişmiş bulunup hatırlanmamak neye benzer?edemem düşünmeden.edebilir miyim yoksa?bu gece zor geçecek belli.ne menem bi gece bu gece ki fırından yeni çıkmış,kağıda sarılı, sıcacık bir ekmeğin bir çocuğun kucağındayken kapıldığı ısırılma korkusunu bunca yaşatır bana?bu gece köpekler havlamayacak.istemiyorum çünkü.cinayet ya da tecavüz yok bu gece. bu gece limana yaslanan ılıman iklim kuşağı hafifçe saracak kalın bellileri.bu gece eski bir gece çünkü.çünkü bu gece, duvarımı süslemeye mecbur bir hayal sadece.biz tutunabiliriz.bütün mesele de bu zaten.''iktidar sızdı.''.açığa çıkıyor bak bütün gizli emeller bu gece.bu gece içki arayan en son şişelere bakmalı.gecenin ne kadarı girer bir şişenin içine?gemiler için de gece var mıdır?mühim değildir hiçbir sanat ürünü bir kavanoz turşudan abi din.kasma boşa.ışık değmez dibine denizin.iç daha.daha iç dostum.ben öldürmeden bu tipsiz geceyi iç.yoksa atlarım şu pencereden.atlarım bu geceye.girerim içine karanlığın hastalıklı bir ciğerin üstündeki deriyi ikiye yaran neşter gibi.burnum akıyor zer dalinin saatleri gibi.bugün %30 eksik gülüyorsun bana.öğleden bir parça melankoli kalmış ağzının kenarında.ben seni en son nerede kaybettim?nereden geliyor bu koku?bu kokuya akıyor burnum bu gece.bazıları renkleri bilmeden yaşamak zorundadır.KESTİK.baştan alıyoruz.bu sefer biraz daha canlı...