14 Aralık 2012 Cuma

HEZEYAN

Şimdi tek başına bir filme gitmeli bir koltuk seçip te ağlamalı ama o kadar telaşlı ve zorunlu ki evde oturmak ve okumak hayatında hiç pratiğe geçiremediğin şeyleri okumak. Berto ilk defa sarhoş oldu kabuğunu değiştirmek istiyor oysa sen kelebek olamayacaksın diyorum kendisine. Berto kararsız halbuki ben emin adımlar atmak istiyordum onun sayesinde yürüt beni Berto ikimizde koşmak için çok yorulduk yürüt beni. Sen sızıp kalırsan ben tek başıma bir filme giderim bu beni öldürmez ama çok acıtabilir, kaybolabilirim ve nereye döneceğime emin olmayabilirim. Eski bir hastalığa yeniden yakalanmanın korkusuyla titriyorum yok hayır şehir titriyor ben koca ağzımı açıp şehri yutuyorum, içimde kalabalıklar bir de kış içim çok soğuk doğurmak istiyorum hepsini ama ya veremezsem onları kimselere bu kalabalığa ben nasıl bakarım. Kutlama başlıyor anlamı bilinmeden durun gülmeyin şık giyinmenize bile gerek yok bir köşede dinmek herkes herkese başını yaslamış. Sözcüklerle bir mübadele başlıyor tehdit ediyor ruhumu bedenimi biçilmiş kimliğimi, Berto hani birçok yol vardı ben böyle ikili ayrımlarda kalmayacaktım hayır derdim kazanmak değil ama diyebiliyor muyum ki biz de mutsuz olalım. Uyan Berto taşmıyorum kusuyorum ve tiksiniyorum kustukça şehir içimden yok olup gidiyor neredeyim dayan bana eve dönmeliyiz.

28 Eylül 2012 Cuma

(saygıyla) KAÇ

Korkmadığım başıma geldi.Başıma geldi istediğim;büyüdüm.Kazık kadar oldum bile bile kazık kakılmayacağını bu dünyaya.Karanlığa gömülüp fısıltıya dönüşen haykırışlar duyar gibi oldum. Anlama'dan önce anlaşılma'yı istemek,sayarken sıfırdan yüze onar onar,10'u (O'nu) unutmaktı.Unuttum.Hiç yürünmemişse başlangıcı olur mu o yolun? Bir eve girdim,o evi taşıdım,taşımayı ev bildim. Pili bitince karanlık saçan el fenerlerine döndüm. Bir karanlık daha da kararmaz mı elinizde pili bitmiş bir fenerleyseniz? Savaş alanı düğünlere cevabı mıdır cenazelerin,orada ölü ve de düşman bir neferleyseniz?Arabayı çalıştırmak irade,kaza yapmak kaderdir tutmayan frenleyseniz.(ya da artık siz ne derseniz.).Yollandık ben ve başka bir "kaç kişi?" .Önce boş ellerimize sonra yüzlerimize bakakaldık. "Saat kaç?" diye sorduk yanımızdan geçen adama;"Mesaiyi bir geçiyor."dedi geç kalabileceği bir yerlere malik olduğu her halinden belli olan adam "Lafa tutmayın beni.".Atlatılan vartaya tecrübe,sürmekte olan badireye kabus denirmiş (bkz. bu yaz) ölerek öğrendik. Küfür tükürenler sanat sıçacaklardı elbet. Başka türlüsü beklentileri boşa çıkarmak olacaktı.Analar ağlamasın diye ağlayan çocuklar ağladıkça daha çok ağlayan analar çağının en büyük kalemlerinden birine çağımın en içten selamını vermek olsun bu yazılan nazire. Doğduğun günün sene-i devriyeleri hem bol olsun hem kutla dolsun Melike.

14 Ağustos 2012 Salı

Saat

sana filmler anlatacağım bildiğin ve bilmediğin, çoğunu izlemediğimiz
bütün pencerelerin açık olduğu, 5 kadının içeride çığlık çığlığa bağırdığı bir film vardı
erkekler yoktu bir yerlere gönderilmişlerdi (ve sen de mi onlarlaydın acaba?)
ben seni özlüyordum
yine çok sinirliydim
beklediğimiz bütün kapılar kapalı
ışıkları söndürüyorlardı
uyurken birileri bağırıyordu: "ağlayıp durma artık orospu"
sana koşup anlatıyordum yardım istiyordum, bir yudum alıp içkinden gülüyordun,
başka pencerelerden havalandırıyordun odanı
sigaranı söndürüp mis kokular koyuyordun
ben ağladığımı görüyordum rüyalarımda bu gördüklerime kızıyordum
git gide daha yüksek sesle konuşup ardından çok sessiz susuyordum
seni aradığım yolların tarifini unutup okları takip ediyordum
"ağlama lan ağlama göt" ağlamıyordum göt.
dişlerimi sıkıyordum, dudaklarımı kemiriyordum.
birileri bok gibi yazıyorsun dedikçe, ben kağıda sıçıyordum.
bekliyordum seni
biz odada 2-3 kadın erkekleri bir yerlere yollamıştık elleri kolları dolu gelsin diye
onlar elleri boş kaldıkça gelemez oldular,
ışıkları söndürdük kapıları kilitledik başımızda erkek yok diye
sonra söylemeden giden sormadan gelenler oldu yok dedik bittik dedik
ben ağladım bu defa en çok onlar bağırdı ağlama orospu diye
güneşte şiirler yazayım istedim ben de, portakallar olsun masanın üstünde
ne düşünsem karanlığa düştü, en görünmeyen pisliğe
babama bok dedim bir gün bunu bile duymadı inanın
kaybolan bir yanı var sesimin
en uzun yolculuklarda boğulan ve beni en çok ağlatan annemin ağlamamaya çalışması oldu hep
yalnız başına oturanlar ve kabus bir yazı kurutmaya çalışanlar.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Baba Olmuş Gidiyorsun!

Öyle uzun zaman olmuş ki susalı, şimdi nasıl konuşulur Lütfü'yle bilmiyorum. Kapı çalıyor, açıyorum, huşu içinde güleç bir Lütfü yüzü beni karşılıyor. Daha doğrusu ben onu karşılıyorum. Elinde bir çocuk. Anlaşılan Lütfü bir baba. Bebeklere karşı konulamaz şevkatimle onu kucağıma alıp, başlıyorum agucuk gugucuk diye sevmeye. Lütfü gülüyor bu halime, ya da onun haline. Sonra büyüyor o kızcağız. Lütfü kızgın bir baba. Çocuğuna saati sorup cevabını alamayınca başlıyor bıdı bıdı etmeye. Onu kapatıyor bir odaya, kızcağızın elinde saat üzerine çizilmiş rakamlar, uğraşıyor ezberlemeye. Ağlıyor da ağlıyor. Yapma lütfü diyorum, öğrenir zamanla hem saati öğrenmese kaç yazar, illa ki belletirler dünya saatini ona. İkna olmuyor, vazgeçmiyor,kendinde taşıdıklarını unutmuyor; inat ediyor kızcağıza saati öğretmeye. Günlerce ağlıyor odalarda kızcağız. Öğreniyor da saati hem de Londra, New York, Paris... Bütün saatleri, zamanları öğreniyor. Ama ne zaman ki bi ölmek düşüyor kızcağızın aklına; işte o zaman anlıyor Lütfü'nün de bir ölümlü olduğunu. Başlıyor babacığına ağlamaya, sonra mutfaklar, salonlar, mahalleler ve sokaklar geçiyor ve ona hiçbir şey bir ölüm kadar zamanı belletmiyor. Ama lütfü bu, bir gaddar bir gaddar; vazgeçmiyor kızcağızı ağlatmaktan. Ölüm diyor, korkuyorum diyip ağlıyor, Lütfü “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” diyor, “ağlama kızım” diyor “ şşşş, ama kocaman kız oldun diyor”. Lütfü bunları söylerken en çok o kızın minicikliğini, onu sevdiğini- biraz da zorunda olduğu için sevdiğini-zamanı, geçen günleri, ona babalar gününde yaptığı resimleri, yazdığı şiirleri unutuyor. En iyi o biliyor ya saati üzerindeki rakamları hatta çeşitli zamanları, saatin duvara asıldığında çivinin nasıl çakılması gerektiğini, evde tamirat yaparken ne kadar sinirlenirse o kadar terledğini, o terin başka birinden daha geldiğini görmeden rahat etmeyeceğini... Aslında ne çekilmez bir Lütfü olduğunu, Lütfü nün aslında her şey olduğunu, kendini her şey sandığını ve o küçük, büyük kızcağızı her azarladığında her kadını, anneyi, anne olmayanı, bekarı ,evliyi, işliyi, işsizi, mutsuzu ve bilhassa mutluyu ne kadar mutsuz, pişman, hatta doğduğuna pişman, doğurulduğuna küfreden biri haline getirdiğini en iyi o bilir. En iyi o. Ben şimdi bunca Lütfü'den ve pişmanlıktan sonra ne diyeceğimi hakikaten bilemiyorum. Çünkü ben bazen o küçük kızcağız, bazen Lütfü oluyorum. Çok daha beteri birbirimize karşı öfkemiz beni bitiriyor. Sıkılmaz bir sivilce, açılmaz bir kapak gibi duruyorum birilerinin önünde. Ne seni affediyorum ne kendimi seviyorum. Dönüp baktığımızda mutlu bir film bulamıyorum bizi anlatacak. Şimdi ben çok sessiz susuyorum, senin yaptıklarından utanıyorum ve çok da unutuyorum. Ama unutamadıklarım unuttuklarımı yeniyor, her mutsuz anımda seni suçluyorum. Sonra başka kızcağızların Lütfü'sünü, başka Lütfü'lerin kızcağızlarını soruyorum sana duyurmadan. Ve ben, her zamankinden daha çok korkuyorum!