27 Şubat 2010 Cumartesi

HİSSİZLEŞME CİNAYETLERİ

İçimde şiirler, kelimeler büyüdü de yazamadım hiçbirini. Tam aldım elime kalemi sızlayan kolumu yazacaktım ki, omzum ağrımaya başladı derken bacaklarım derken... Yok kalemim yetişemedi ağrıyan anlarıma. Aldım "kağıdı" önüme bir baktım kanlar içinde, imdat dedim bilmediğim bir bebeği düşürdüm. Hemen üzüldüm, bacaklarımdan sızan kanda doğsaydı dedim. Yardıma ihtiyacım vardı biri müdahale edecek mi? Ben jinekolog beklerken psikoloğum çıktı karşıma. Bu da mı psikolojik uydurmuyorum bebeğim nerde? Gülünecek kadar ciddi söyledi, içinde bir kadını daha öldürdün, kayıtlara göre Z harfli. Kahverengi koltuklu odaya aldı beni sonra anlattı güya ben hissizleşmek için öldürüyormuşum içimdeki benleri. Küçükken babaannem ölüm hissizliktir demiş, bilinçaltımda varmış yaşama yöntemlerim. Ben babaannemi sevmem ki diyecektim akılma takıldı Z harfi. Bir yas tutasım geldi sormayın. Zeynep mi yoksa dedim, tüm Z'lere kızıp mı öldürdüm onu. Yokladım gözlerimi ordalardı, kayıtlara da baktılar Zeynep değildi. Z yazmışlar sadece, meçhul bir cinayetten bu sefer içeri attılar beni. Ya kendinden öldürmediysen dedi kırmızı gözlü bir polis. Sonra mahkemeye çıkardılar beni, anlatmaya çalıştım neden o zaman ben kanayayım ki! Söz verdim tüm hakimlere kendimden cinayetler işleyeceğime bir A harfi feda edip çıktım.. N'ye uygun bir kıyafet almaya girdim ki ayna da bir kadın kaşları çatık ne kadar da çok bana benziyordu, koydum yanıma beni ağrıtanları, korktum acaba on(lar)a mı benzedim. Uvuzlarımız aynı sayıdaydı, hatta onun eli penisinde benim ki memelerimdeydi fakat kızdırdım da biraz bir türlü kaşları çatılmadı. Şimdi kim yenik, kim suçluydu, hangimiz daha insan daha düşmandı? Cevabı ararken masamın üstünde bir vicdan, derken bir tanesi yerde, işte işte yatağın üstünde bir başkası.. Hatırladım sonra soyunurken çıkarılıyordu öyle demişti tüm S'ler, A'ya mı vermiştim en son benimkini? Öldürdüm onu!! Aman ne üzücü...

25 Şubat 2010 Perşembe

LÜTFÜ DE KONUŞURDU BEN AĞLADIĞIM ZAMAN

artık lütfü,çekiç ve annemin aklıma gelmediği günlerden yazıyorum sana.
sana da değil yere düşürdüğüm her şeye.
senin bekle dediğin zamanların üzerinden çok geçti. artık beklememeyi öğrenmek var bende.
senin elinde ne kaldı o hikayelerden başka?
bir gece durup dururken,efkarımın üzerine bira dökerken, bir nesne gibi bitmiştin ya yanımda.
öyle ki bir sandalye sanabilirdi seni, oturmak isteyen biri veya bir bardak, masa sanıp üzerine çökebilirdi.
durup dururken sormuştun sen kimsin diye? o sıra yere bira sızıyordu,bir kaplumbağa yavaş yavaş bir çekicin altına yatıyordu.
karıncalar geçmişti de,sırtlarına ekmek kırıntısı yüklemiştik birlikte.bir ağaç olmanın hayalini kurmuştuk kesiliriz umuduyla.
sonrası sen, o ağaç, ağaca sarılmış bir ispanyol kadın...

bekledikçe her çiçeğin daha güzel açacağına olan inancımdan olsa gerek ben o ağacı hala kurutamam.
defter arasına sığmaz diye değil; bir daha göremeyeceğim kadar uzakta olduğundan da değil.
bizim yazacak bir şeyimiz olmadığından.
bu cümlelerin bile, senin "bekle" dediğin yerde bir trafik levhasını anlatmaktan öte bir anlamı olmadığından.
ancak bir arabayla geçerken görebileceğiz. bir arabaya yükleyebileceğiz buralardan çok uzakta sevişiyor olma hayalini

ben de sadece sarılmaya geliyordum dedim ya çekici evde unutmuştum zaten... ama sen saklayacağına söz verdiğin elimi yere fırlatınca yapacak bir şey bırakmadın bana.
yeri gelir bir levha da çekiç olurmuş, bunu da göstermiş olduk seyircilere. fazla göstermeci oldu, beğenilmedi, eleştirildi.
ama elimizden gelen tek şiddet oyunu buydu.
yalan söyledim senin çaban takdire şayandı, daha fazlasını da yapardın vakit olsaydı.
şimdi gidişine ağlayan o küçük ada gibi, üzerime geçirdiğim çirkin eşofmanlarla sana küfrediyorum bağır çağır. artık hepsinin silinemeyecek birer an haline geldiğini bilerek.
elimdeki vazoyla bütün takvimleri kırıyorum. böylece senin bana çiçek verme ihtimalini de ortadan kaldırıyorum. böylece daha az sular altında kalıyor o ada. balık adam kıyafetlerimle bir ceset arıyorum deniz altında, bulamadıkça; senden geriye bir ölünün bile kalmayışına lanet ediyorum.
kafam karıştıkça bütün denizler okyanus, bütün cesetler sen oluyorsun, artık bir çekice bile gerek yokken lütfü sesleniyor: sana mektup var; içinde bir avuç çivi!

11 Şubat 2010 Perşembe

ismi olsaydı olurdu

Aklına takılır salıncak ipleri
Ağlamayı unutsan da
Kir tutar değişir yüzünün rengi
Penceremden bıraksan gözlerini
Şehir hep aynı
Son ışıklarında
Kar

Metal metale sürtünür
Doldurur boşluğu tren ıslığı
Duvarda çatlak, tende yara
Şiirde anı
Penceremden düşürsen
Annesini arayan bir çocuk çığlığı
Şehir hep aynı
Büyüyen adımlarında
Damla

Tarihin uzun: ayaklı başlı hüzün
Ev alınmaz,
Taksilere sığmaz olur yükün
Penceremi bulsan uzaktan
Görürsün
Şehir hep aynı
Cebeci kaldırımlarında
Karla karışık gözyaşı

5 Şubat 2010 Cuma

KALABALIK

Kırıp dökmeden olmayacak bu iş
Ne istenir oysa bir vazodan hiç bir anısı yokken
Dürüst olmaksa istediğimiz bu sakin ifade niye?
Gün gelir bir inşaat işçisinin foroğrafı
Çokta tesadüfi değilken
kıskanırken, üstünde oynamalar yapıldığı akla gelir
Unutmamaya yemin edilir mi bu kadar?
Bir ressamın en çok kullandığı renge olan takıntısı değil ki bu
Belki de anlayamadığımız tam da bu olması
Ruhun bir yüze yansıması
Ruh mu ifadesini bulmaya çalışıyor yoksa herhangi bir duvar mı projeksiyondan filmi yansıttığımız?
Hastalık tüm bedeni kaplarsa ancak iyileşecek
Birkaç yerin sızlaması daha beter, üstelik
İki elini pencere yaslamış siyah beyaz bir çıplaklık
Adını yalnızlık koymuş biliyor mu?
Uzaktan bakıyor bana bazen yakından
Çok sık birlikteyiz onunla, onlarla
Masumiyetini yitirmenin mekanları neden bu kadar kalabalık?

1 Şubat 2010 Pazartesi

Lütfü, Renk, Çekiç

Tam geldiğin sıraydı ben beynimdeki zehri döküyordum şişeye. Biraz da şişeyi getirmeni bekliyormuşum ki demek hoşgeldin diyesim tuttu. Hatta gelesim tutmadı da tutamadım kendimi. İyi ki geldin ben de tam kafamı kırıyordum. Parçalardan biri elimde kalmıştı, sen tutmasaydın devam edemeyecektim. Tek başıma parçalamakta zorlanıyordum. O an tam da düşünememiştim aslında. Senin geldiğinin farkına varmadan o elimdeki parçayı yere atıyordum belki de sen tuttun galiba o sıra, tam hatırlamıyorum. Özlem, annem, lütfü, bekle gibi şeyler geçiyordu, çekicin tak tak sesleriyle, aklımdan. Sen yoktun. Parça birden düşerken bir bez gerdin altına herhalde. İyi ki tuttun da o parçayı. İsteğim o parçaları başka bir yerde toplamaktı. Görmek de gelmiyordu içimden bütünlediği manzarayı. Sen bakar anlatırsın diye düşünüyordum. Zehri boşaltıp kapatamazdık da artık. Ben kafamı kırarken sen ellerinde bir şeylerle geldin. Tam göremedim ne olduğunu. Dedim ya ben o sıra bir şeylerle uğraşıyordum. Seni de görmemiştim de yürüyüşünden anladım sanırım. Kalkıp geldi herhalde dedim. Beklemek de değildi ki benimki dedim. Kendi kendime tabii. Ben zaten kendi kendime konuşur oldum kafamı kararken. Lütfü duymuştu bir geçenlerde, bir de annem hissetmiştir herhalde. O bilir. Çok uzaktayken bile aradı da sordu; bir ses duydum kafanı mı kırdın diye. Yok dedim bir parça yere düşüyordu da tuttu o mendille. Elleri kir olsun istemedi herhalde dedi. Ben de katılmadan edemedim. Kirlenmekten çılgınca kaçarsın sen. Düştün mü koşarak kalkarsın hemen üstünün başının kiri gitsin diye koşarsın. Bir de suyu açtın mı vanadan hep tertemiz görürdüm seni. Sen koşarken düşerdin bazen o zaman da iyice kirlenesin diye yerde sürterdin. Her tarafın öyle kirlensin ki rengin o olsun diye uğraşırdın. İşte o ara geldim sanırım ben de. Sana takılıp düşmüştüm, çekici unutmuştum onu almaya eve giderken. Annem kızmıştı sonra çok geç kaldım diye. Sen bekle dedin. Nerede bekleyeceğimi bilemediğimden eve gitmiştim ben. Sonra da; işte, çekiç sesine gelmişsin. Onu da yürüyüşünden anladım. Sen takılıp düşüyorsun sanmıştım. Sen bir parça düşsün diye bekliyormuşsun. Ben rengini al diye bekliyordum. Ben yine bilemedim nerede bekleyeceğimi. Sen parçayı tuttun. Ben geldi dedim. Çekiçten ses çıkardım. Sen rengini almadın. Sen, at; ben tutacağım attığın parçaları dedin. Ben bilemedim yine nerede bekleyeceğimi. Rengini al gel dedim. Durdum. Parça düştü. Bu sırada çekiç, lütfü, annem, renk geçti aklımdan, senin elinde kafamdan bir parça.

İki

Öfkeyle yazdıklarımızı
gülümseyerek temize çekiyorum şimdi.
Öznelere kaş-bıyık çizerek
alçalmak istiyorum, o denli-bu denli

Aslında,
Hep birlikte çığlık atarak
Tüm vitrinlerini kırabiliriz kentin
Ve erkek etekler giyeriz
İki cepli
İki seçenekli
İki minareli
Kelli felli,
Erkek dünyanın meydanına işeriz.

İNANÇSIZ ELLERİM

Tutamam.
Ellerimi bir ağacın dallarında unutum.
Üstelik şehrin en yağmurlu en buğulu camlarının ardında,
Çevresinde hiçbir dükkanın açılmadığı, renklere gözlerini kapatmış sokakta.
Bir yalnızlığı tanımak, tanıştırılmadan tanışmak
Pul pul olur insanın bedeni önce
Merhemler sürer iyileşmez
Rüzgar almış başını gitmiştir çoktan
Henüz küsmeden, korkakken güneşin umuduna sarılır.
Bir yalnızlıkla kendi kendine tanışmak
Nefesini, bilmediğin bir zamana kadar tutmaktır.
Hayatta uyanmak, bir seçim değildir sonunda
Vazolar kırılmıştır nasıl olsa.
Benim yalnızlığım, inançsız ellerim
Bak bu görünmeyen, çatlaklar içinde kirli ve bakımsız
İnançsızlığı bile besleyemeyecek kadar yanılsama
Tutamam dedim ya ellerimi bir ağacın dallarında unuttum
Öylesine büyük ki ağaç ahşap evin duvarları paramparça
Yıkıntıları nerede bu duvarın
Buğusuz bir gecenin camından göremiyorum
Dallar yok bu ağaç değil miydi yoksa?