7 Nisan 2010 Çarşamba

Posttükrük Posası

Kapıyı açtı küfrederek hem de “n’akadar seksistsin Lütfü” diyebilirdi; onun herkesi ezici bilgiye sahip arkadaşları bu küfre karşılık. O sırada onlar içinde yer edinmek umrunda bile değildi. Yeni bir şey fark etmişti o gün ve bu fark edişte bana bile kızgındı. Belki de küfrederken bahsettiği kişi benim annemdi. Yüzüme baktı sanki tükürür gibi. Öyle ki; ne olduğunu anlayamadan daha bakamadım yüzüne; kafamı çevirdim. Nasıl böyle olabildiğimi sordu, onu duymamak için nasıl bir ilaçla mutlu olabildiğimi, fişi takılmamış bir buzdolabının hiç mi hiç mi içimi acıtmadığını sordu. Çok düzgün bir diksiyona sahip olsa da bildiğin sıçıyordu ağzıma. Bir minicik burjuvanın çölde koşup da ilk defa suyu bulamamasına isyanıydı sanki. Aslında vicdan diye anlatıp durduğunun hiçbir evin gıcırdayan kapısına yağ sürmediğinden yakınıyordu. Sonra durdu, ağlamaya başladı ve “ben eşcinselim” diye bağırdı. Ben yanına gidip sarıldım, derin ve üstten bir ruh haliyle “olabilir tabii ki olabilir” dedikçe sinirlenip bağırıyordu. Beni itti. Ve o itişle birlikte lütfü mayoz bölünmeyle ikiye üçe beşe ayrıldı. Hiçbirisine yeni bir isim koymaya gerek yoktu. L1, l2,l3, l4...diyebilirdik onlara. Zaten isimsiz bırakılmış, çünkü hiç seslenilmemiş bu insanlar doğmamıştı bile bildiğimiz anlamda bir annenin karnından. Sanki hiç kimsenin çocuğu değillerdi, yaratık gibiydi onların hepsi. Kızgın, durmadan mide bulantısı yaratan, dolayısıyla bir kusmuğun içinde yaşamaya mahkûm edilen. Yanıma koştu Lütfü, diğerlerine bir dakika diyerek. “bak ben seni de çok sevdim, sana âşık olduğumu bile zannettim bir süre, en çok senin fotoğraflarına bakıp facebookta like rekorları kırdım ama olmuyor işte; görüyorsun. Ben senin şefkatinle yapamıyorum. Zamanında çok kavga çıkardık birlikte, market sıralarında, fatura kuyruklarında, muhtarlıkta, yılbaşında; gündelik adalet zırvaları üzerine bağırıp çığırdık. Ama ya bizim böylelikle kurduğumuz faşizm? Ya bizim birbirimizi sakinleştirmek ve aslında kuyrukta daha rahat duralım diye birbirimize söylediğimiz hoşgörüsel yalanlar? Ben seninle isyan edersem var olabiliyorum. Ama sen beni susturuyorsun artık. Bohem yaşam tarzına uygun Bülent Ortaçgil şarkılarınla şarap içiyorsun. Ben de oturmuş saçma sapan kitaplar yazıp, boynumda bana çekicilik katan fularımla imza günlerine gidiyorum. Bunların hiçbiri bizim o yırtık kumaşlara değmiyor. Biz sadece pelüş oyuncak yapıyoruz. Ama küçük ayı buggynin geceleri birini ısıttığı yalanı beni artık susturamıyor ve ben bu kuyrukta rahat duramıyorum. Rahat durmak istemiyorum çünkü. İçimdeki çoklukla geçen gün parka gittiğimizde kaydıraktan kaydık ve birbirimizi öptük permütasyonla dudaklarımızdan. O sırada biri gazete okuyordu ve manşette benim hasta olduğum yazıyordu. Buna inanarak yaşayamayacağım. Ardından tahterevalliye binemedim. Bedenimin kaç kişiye denk düştüğü üzerine kurulu bu oyuncaktan bile nefret ettim. Yeter bıktım tartılmaktan ve koca popomun sürekli birçok kişinin yerini aldığını düşünmekten. Ardından bu salak zayıflama sakızlarından çiğnemekten. Ben bundan sonra tüküreceğim, tükürerek zayıflarım belki de, vücudumun 3/4 ‘lük kısmı eksilse de, annem bakışıyla bana terbiyesiz velet dese de, birlerine göre daha çok hastane kuyruğunda yer almam gerekse de. Ve bunu yaparken tek ihtiyacım olan senin de her gün bana o mavi sürahiyle taşıyacağın tükürüğün. Biz bağırmadan duramayacağız. Asıl şimdi bir imgeye ihtiyacımız yok çünkü buluştuğumuz yer bir fatura kuyruğu ve numaratör her saniyede öldürülen insan sayısını veriyor bize” dedi. Ben de ağlıyordum salya sümük ve bu sefer mendil hiç mi hiç geçmiyordu aklımdan; Lütfü haklıydı biz kusmuğun içine batırılmışlar bir tükürükle kendimize geliyorduk. L1, l2, l3,l4...hep birlikte ışıksız bir odada tükürüyorduk.

0 yorum: