14 Mart 2010 Pazar

VE LÜTFÜ DE SAÇMALARDI BEN GÜLDÜĞÜM ZAMAN

Ben, sen varmışsın gibi yapsam da kaç yazar ki... O dolu bardak hiç boşalmıyor sonuçta. Ben “hadi sen de iç bu sudan” desem de hala bir tek benim dudak izim var o bardak kenarında. Üstelik bardak da masmavi ve bir denizi andırmadan duramıyor masamda. Ben o bardaktakini deniz suyu sansam kaç yazar ki... Hala beklediğimi düşündüğüm yerdeyim diyemem sana Lütfü.

Lütfü artık sinirleniyordu. Birden fırlattı bütün çivileri kafama. Ben bu sinirli haline güldüm kahkahalarla. Daha da sinirlendi. Bir daha da “nah bulursun böyle çivi” dedi... Sana “iç” dediğim bardaktan birkaç yudum aldı. Kızdım Lütfü’ye bir hayalin içine ettiği için. Onun siniri geçtiğinden; benim bağırışımı anlayışla karşıladı. “Hadi gel” dedi “birkaç tablo asalım da bu çivilerle bir iş yarasın; hem sen de kendini bir işe yaramış hissedersin”. Lütfü de kırıcı olurdu ben ağladığım zamanlarda. Ama sesimi çıkarmazdım ben. İnceden ima yapar da; anlamaz o çiviyi hiç durmaksızın kafana fırlattığını.

Aldık tabloları asmaya başladık birer birer. Lütfü annesinin portresini asmakta ısrarcı oldu; kıramadım ben de. Astık ama günlerce o portreye baktım ve kadının yüzündeki “ben öldüm siz hala bokun için kıvranın” ifadesine alışamadım. Lütfü’ye bunu söyleyince; “annem asla küfretmezdi” dedi. “Zaten gerek yokmuş bakışıyla ediyor” diyince tekrar kıyamet koptu ve bu olup bitenlerin hepsini ne kadar abartılı yaşadığımdan, aslında bana sen kimsin diye soranla beni levhanın altında bekletenin farklı kişiler olduğundan ve sonuçta benim hayal dünyasında yaşayan, bunlarla insanları etkilemeye çalışan bir salak olduğumdan bahsetti. Çok sinirlendiği için susmak zorunda kaldım ki zaten hala gözüme saplanmış duran çivinin acısı geçmemişti.

“Bitti mi?” dedim. “Hayır” diyip biraz daha eylemlilik kazanmamı, ellerimle hala bir şeyler yapabildiğimi gördüğüm zaman kalbimi düşünmekten vazgeçeceğimi söyledi. Ben bu sözlerinden sonra onun tam bir ‘nlp’ uzmanlığı yolunda ilerlediğini düşünerek bir daha konuşmama kararı aldım ve işte Lütfü ben sustuğum zaman başladı.

Aldı bütün kitaplarını ve hepsinin ilk cümlelerini ard arda bir kâğıda sıraladı. 1208 sayfa tuttu ve hemen tanıdığı bir yayıncıya gitti. Kitabı çıktı Lütfü’nün. ‘Çoksatanlar listesi’ne girdi. Artık benim yüzüme bile bakmıyordu. Önceden kapıları o açardı-hatırlarsınız elinde bir avuç çiviyle bitiyordu son yazı- bundan da vazgeçti, bir uşak tuttu kendine. Bu uşak ise, ne dediği hiçbir zaman anlaşılamayan, her sabah lütfünün kitabından okuduğu bir cümleyle beni günaydınlayan, böyle yaptığı için tutarsız fikirlere sahip olduğunu düşündüğüm biriydi. Bir sabah kalktığımda, “ben insanım, bu kaygılarım da geçer; yalan söyledim geçmez değişir” diyince soluğu Lütfü’nün odasında aldım. Öncelikle odasını anlatmam çok daha doğru olacak sanırım. Burası bir odadan çok bir akvaryumu andırıyor. Lütfü’nün de bir balığa benzediği ‘su götürmez’ bir benzetme zaten. Odanın sağ köşesinde bir oksijen motoru duruyor. Lütfü bir zamanlar arkadaşıyla konuşurken bu dünyada nefes alınamadığını, neredeyse balıklar gibi oksijen motoruna ihtiyacımız olduğunu duyunca; hiç de estetik olmayan bu oksijen motoru metaforundan hareket ederek, odasına koydu bunlardan bir tane. Bunun yanında pencere var ve annesi ölünce onun evinden aldığı bütün saksıları da pencerenin önüne koydu. Bu çiçekleri pek sevmem. Ama bir tane menekşe vardı-Lütfü bir gün sinirlenip yere atmıştı saksıyı, sonra “mor menekşe menekşe bizden size kim düşe” diyip bayılmıştı; bunu da sonra anlatacağım- onu çok severdim. İsim bile bulmuştuk buna: nedime. Bunun hiçbir hikâyesi yok. Lütfü bu ismi melodik bulmuştu o kadar. Odasının geri kalan kısmında çok da önemli bir şey yok. Şimdi anlatınca fark ettiğim üzere Lütfü’nün dışında bu odayı akvaryum yapan bir şey de yok. Olaya geri dönersek; lütfü’nün kapısına sertçe tekme attım. Kapı içeri göçtü; açılmadı ama o göçükten Lütfü’nün yatakta uzanan ayağını görebiliyordum. O sesle uyandı; ben de kapıyı açtım. “Ne oluyor, ayağın mı takıldı?” diye sorunca çok sinirlendim. Onun hiçbir zaman benim tepkilerimi anlayamadığını, soyut imgelerle dans ettiğim hayali pistte birden ışıkları açarak beni uyandıran kişi olduğunu söyleyerek suçladım onu. Lütfü geldi;sarıldı bana. Ben de hemen yumuşayıp çivilerin hepsini kullanıp kullanmadığımızı sordum. “Ağlıyor musun?” dedi, biraz duygulanmıştım ve haklıydı;ağlıyordum. Ardından çivilerin bir kısmının durduğunu söyledi. Ama bana vermeyecekmiş. “Her çivisi olana elbet bir çekiç bulunur; artık n’olur bırak bunları” dedi. Ben de “Haklısın ama son bir işimiz kaldı Lütfü” dedim.

Artık kendimizi ahşap bir evde görmemek için hiçbir neden yok. Sen içeridesin, ipek perdenin hemen önünde, güneş vuruyor yüzüne. Bir şeyler okuyorsun belki. Gözlerin güneş vurduğundan daha da bir mavi görünüyor. Lütfü gelmiyor bu defa aklıma. Elimde bir çivi var, evet, son kez belki de. Senin ismini ezberleyip asacağım duvara bu sefer. Altında beklemek için bu hayali resmi. Benim kimi beklediğim anlaşılsın ve Lütfü de vazgeçsin artık bu kişisel gelişim zırvalıklarından diye. Artık kişi de sen ol diye gel-işin de böyle olsun diye. Ben seni bekliyorum; ne bir imge kullanıyorum bu bekleyişte ne de bir soyut anlatım. Dümdüz seni bekliyorum, gülerek ve Lütfü saçmalıyor. Ama onu unutabiliriz bu resmin altında, daha çok anne rahmine dönmek gibi bu sıcaklık. Bunları söylerken; bu sefer hakikaten annem, özlem ve bu resim geçiyordu aklımdan.

0 yorum: